28 Eylül 2009 Pazartesi

Carl Menger

Carl Menger

1871 yılının ilkbahar ayında Albert Schäffle Viyana Üniversitesi’ndeki profesörlük işini bırakarak Kont Hohenwart kabinesinde maliye bakanlığı görevini üstlendi. Schäffle’in kariyeri açısından bu pek uygun bir karar sayılmazdı, zira üzerinden bir sene geçmeden kabine düştü ve kendisi işsiz kaldı. Schäffle hayatının geri kalanı boyunca bir daha ne akademik görevde ne de devlet görevinde bulundu. Yine de kabinede geçirdiği birkaç ay kendisine ömür boyu sürecek bir emekli aylığı bağlanmasına yetmişti.
Ancak Schäffle’in bu kararı o dönem 31 yaşındaki genç bir ekonomi muhabiri olan Carl Menger’in ileride işine yarayacaktı. 1840 yılında doğan Menger üniversitede hukuk ve siyaset bilimi okumuş, 1867’de hukuk doktorası almıştı. Bunun takip eden dört sene boyunca Viyana’nın önce gelen gazetelerinden biri olan Wiener Zeitung’da ekonomi muhabirliği yapmış, ardından başbakanlık ofisinin basın bürosunda muhabir olarak çalışmaya başlamıştı. Burada iktisadî koşullar ve borsa haberlerinden sorumluydu ve sıklıklar gazete yazıları yazmaya devam ediyordu.
Menger basın bürosunda çalışırken bir yandan da başyapıtı olacak Principles of Economics (Grundätze der Volkwirthschaftslehre) adlı kitabını yazıyordu. Yayınladığı 1871 yılında kitabını Viyana Üniversitesi’ne sundu ve işinden istifa ederek üniversitede Privatdozent oldu. Bu sayede Schäffle’den boşalmış koltuğa 1873 yılında Dozent olarak atandı. Menger’in 33 gibi genç bir yaşta bu makama atanması önemli bir olaydı, zira kendisi burada popüler bir öğretmen olarak ün kazanacak ve 1876’da Avusturya imparatoru tarafından 18 yaşındaki Arşidük Rudolf’a özel öğretmenlik yapmakla görevlendirilecekti.[1] Üniversitede profesör olarak edindiği konum Menger’e büyük bir güç de kazandırmıştı. Fakülteye Privatdozent olarak kimlerin görevlendirileceğine dair önerilerde bulunuyor, imparatora da yapacağı atamalara ilişkin tavsiyeler veriyordu.
O dönem Almanya’da hâkim olan Alman Tarihçi Okulu’nun üyeleri İngiliz Aydınlanması’na ve Klasik İktisat’a karşı çıkıyor, Smith, Ricardo ve Malthus’un tümdengelimci yönteminden ve laissez faire’den hoşlanmıyorlardı. Onlara göre siyasetten, geleneklerden ve yasal sistemden ayrı olan iktisadî bilimsel yasalar olamazdı. Ancak tarihsel incelemeler yoluyla iktisadî konularda birtakım sonuçlara ulaşmak mümkündü. Menger kitabının Tarihçi Okul tarafından ilgi göreceğini umuyordu; hatta Grundätze’yi okulun önde gelen ismi Wilhelm Roscher’e atfetmişti. Fakat Tarihçi Okul’un kitabını önemsememesi ve her türden teoriye kaşı çıkarak tarihsel çalışmaları vurgulaması, Menger’i üç cilt olarak planladığı kitabını bırakmaya ve iktisadın yöntemsel temellerini ele aldığı yeni bir kitap yazmaya yöneltti.[2] Menger’in fikirlerinin ilk defa öne çıkmaya başlaması da bu ikinci kitabıyla Tarihçi Okul ile, özellikle de Gutsav Schmöller ile giriştiği yöntem tartışması (Methodenstreit) sırasında oldu. Bu açıdan 1870’li ve 1880’li yıllar Avusturya Okulu’nun kuluçka yılları olarak nitelendirilebilir.[3]



Grundätze’de Yöntem
Günümüzde Avusturya Okulu’nun çıkış noktası olarak Menger’in 1871 tarihli kitabı gösterilir, ancak kitabını yayınlarken Menger’in aklında bir iktisat okulu kurmak niyeti yoktu. Amacı, iktisat teorisini klasik iktisatçıların öğretilerinden daha farklı ve sağlam temellere oturtmaktı. Başlıca hedefini iktisadî fenomenleri yöneten değişmez ilkeleri ya da kanunları bulmak oluşturuyordu. Nitekim “İktisadi ilişkiler için gerekli bilimsel temele olan ihtiyaç, hiç böylesine geniş ve kuvvetli bir şekilde duyulmamıştı.”[4] Dolayısıyla Menger için Grundätze bir ders kitabıydı ve iktisat bilimi için gerekli olan bilimsel ve teorik temelleri verecekti.
Menger Tarihçi Okul ile tartışmasında Avusturya Okulu’nun temellerini geliştirirken aynı zamanda 1870’lerde başlayan marjinalist devrimin üç öncüsünden biri hâline geliyordu. Bu devrimin iktisadî düşünceye getirdiği yenilik, malların değerlerinin, onların maliyetlerinin bir fonksiyonu olarak görülmesi yerine, tüketicilerin yaptıkları öznel değerlendirmelerin vasıtasıyla belirlendiği görüşüydü. İngiltere’de Stanley Jevons İngiliz faydacılığından hareketle, iktisat teorisinin temel meselesinin kaynakların etkin dağılımı olduğunu vurguluyor, bireylerin davranışları yerine bireylerin toplamının incelenmesi gerektiğini düşünüyordu. Jevons’ın amacı Ricardo ve J. S. Mill’in “otoritelerinin zararlı etkilerini” yıkmaktı. Fransa’da Lèon Walras birbirlerinden bağımsız olan çok sayıda faaliyetin yönlendirdiği bir ekonomide bu faaliyetlerin arasındaki tutarlılığı göstermeye çalışıyordu. Walras’a göre iktisatçıların amacı bireysel davranışları incelemek değil, bireysel mübadelelerin nasıl oluştuğunu keşfetmekti.[5]
Jevons ve Walras’dan farklı olarak, Menger için önemli olan şey insan ihtiyaçları ile bu ihtiyaçların karşılanmasına yönelik bireysel faaliyetlerdi. Bu nedenle iktisadın konusu amaçlı insan faaliyetleri ve bunların sonuçları, tahlil yöntemi de yöntemsel bireycilik olmalıydı. İktisadî faaliyetleri ardışık nedensellikler zinciri olarak gören Menger, klasik iktisatçıların yaptığı gibi işbölümü üzerine yoğunlaşmak yerine, malların niteliğini tartışmakla işe başladı. Zira Menger’in nedensellikler zincirinin başlangıç noktası insan ihtiyaçlarıydı. Bu açıdan bakıldığında, bu tahlilin çıkış noktasını bireylerin ihtiyaçları ile bunları karşılama niteliğine sahip mallar arasındaki ilişki oluşturuyordu. Bu malların miktarı bireylerin ihtiyaçlarını karşılayacak miktardan az olduğu zaman iktisadîleştirme (tasarruflu kullanma) faaliyeti başlıyordu. Diğer bir ifadeyle, faydalarını maksimize etmeye çalışan bireyler kıtlıkla karşılaşıyor ve bu da tercihlerin yapılmasını gerektiriyordu. Malların öznel olarak değerlendirilmesi, bunların fiyatlarının belirlenmesi, ticaret ve para gibi kurumların ortaya çıkışı da hep bu iktisadîleştirme mantığından kaynaklanıyordu.[6]


Amaçlanmamış Sonuçlar


Grundätze’deki bir diğer tema, iktisadîleştirme yapan bireylerin faaliyetlerinin, bu bireylerin başlangıçta amaçladıklarının daha da ötesinde birtakım etkiler yaratmasıydı. Bunun açıklamak için üç örnek verelim.
Ticaret. Birbirleriyle komşu olan iki çiftçiden birinin inek, ötekinin de at yetiştirdiğini düşünelim. Bir süre sonra ilk çiftçi daha fazla at, ikincisi de daha fazla inek ister hâle gelsin. Diğer bir ifadeyle, her ikisi de ellerindeki malların son birimlerini daha farklı değerlendirmeye başlasınlar. Bu durum, iki çiftçinin arasında ineklerin ve atların değiş tokuş edildiği bir değişim ilişkisine yol açacaktır. Eğer iki çiftçinin her mal birimine hangi değeri verdiğini öğrenebilirsek, bu değişim ilişkisinin hangi noktada duracağını bulabiliriz. Dolayısıyla, son mal biriminden elde edilen kazanç, vazgeçilen son birimin kaybından daha fazla olmadığında değişim ilişkisi son bulacaktır. Bu durum işin marjinalist yanını gösteriyor. Öte yandan, Avusturya İktisadı’nda sıkça bahsedilen “amaçlanmamış sonuçlar” ticaretin kökeniyle ilişkilidir. Menger burada, Adam Smith’in ticaretin ortaya çıkışını insanların bir nesneyi diğeriyle takas ve mübadele etme eğilimiyle açıklamasına itiraz ediyor. Eğer böyle bir eğilim mevcut ise, çiftçilerin aynı inek ve atları tekrar tekrar değişmeleri ve her değiş tokuşta yeni bir heyecan duymaları gerekirdi. Gerçi ticaretin kökeni her halükârda insan eğiliminde yatmaktadır, ancak bu eğilim ticarete olan düşkünlükle ilişkili değildir. Ticaretin kökenini oluşturan şey, insanların kendi ihtiyaçlarını, bu iş için mevcut olan mal miktarı belli iken, mümkün olan en yüksek seviyede karşılama arzularıdır. Bu arzu da iki farklı kişi kendi mallarının marjinal birimlerini farklı şekilde değerlendirdiklerinde ticarete yol açar.[7]
Para.Dolayısıyla, iktisadîleştirme faaliyeti içerisinde olan kişiler ticaretle ilişkili hâle gelirler. Ancak ihtiyaçlar karşılıklı olarak uyuşmadıklarında durum ne olacaktır? Bir kişinin elinde bira varken, bunu isteyen diğer kişinin elinde birayı verecek kişinin istediği ayakkabı yoksa ne yapılacaktır? Bira isteyen kişinin seramik tabaklar yaptığını düşünelim. Bu kişi, isteyeni olduğunda elindeki tabakları değişebilecektir. Bununla birlikte, bu değişim mümkün olmadığında iktisadîleştirme faaliyetini durduracak değildir, çünkü amacı ihtiyaçlarını mümkün olan en yüksek miktarda karşılamaktır. Bu durumda, elindeki tabakları piyasada değişilme şansı daha fazla olan diğer mallar ile değiş tokuş etmeye çalışacaktır. Bu sayede edineceği malları da kendi ihtiyaçlarını karşılamak için kullanacağı mallarla değişecektir. Zaman geçtikçe, değişilme şansı daha fazla olan bu mallar, ticarette geniş ölçüde kabul gördüklerinden dolayı insanlar tarafından daha fazla talep edileceklerdir. Bu muhakeme süreci sonuna kadar götürüldüğünde ortaya çıkan şey,ticarette herkesçe kabul gören tek bir mal, tüm mallar arasında en fazla değişilme olanağına sahip olan bir mal, yani para olacaktır. Paranın biçimi toplumdan topluma değişmekle birlikte, para, her yerde, ticaret yapan insanların iktisadîleştirme faaliyetlerinin bir sonucu olarak ortaya çıkar.[8]
Tekel ve rekabet. Bir üretici yeni bir malı piyasaya sürer sürmez bir dağılım sorunu ile karşılaşılır. Malın mevcut arzı, bu malı isteyen her kişiye yetmeyecektir. O zaman mevcut malları kimler satın alacaktır? En yüksek kazancı elde etmek isteyen bir tekelci sorunu kısa yoldan, fiyatlarını yükselterek çözecektir. Böylece belirli bir dönemdeki (örneğin bir haftalık) çıktı akışını tüketecek en yüksek fiyatı bulmaya çalışacaktır. Bununla birlikte, fiyat artışı uzun dönemde istikrarlı bir çözüm yolu değildir. Zira yüksek fiyatlar kendi kazançlarını arttırmak isteyen yeni üreticileri piyasaya çekecektir. Bu arada, fiyat artışlarından ve tekelci faaliyetlerden hoşnut olmayan tüketiciler daha düşük fiyatlı malları bulmak için piyasayı araştıracaklardır. Düşük fiyatları bulmak, piyasaya yeni üreticiler girip mal arzı arttıkça ve fiyatlar düştükçe daha kolay hâle gelecektir. Dahası, zaman geçtikçe mallar “daha alt düzeydeki toplumsal sınıflar” için de satın alınabilir olacaktır. Dolayısıyla, tekeli doğal olarak takip eden şey rekabetin kendisidir. Rekabet beraberinde üretim artışını ve fiyat düşüşünü getirmektedir. Ancak, tüm bunların doğal yoldan meydana gelebilmesi için, devletin tekelci üreticiyi himaye etmemesi gerekir.[9]
Bu üç farklı durumda ortak olan şey, bunların “ görünmez el ile yapılan açıklamalara” birer örnek oluşturmalarıdır. Buna göre, bireylerin iktisadîleştirme faaliyetleri, engellenmedikleri sürece amaçlanmamış ve faydalı sonuçlar verir. Bu faydaların bazıları doğrudan doğruya malların üretimiyle ilgilidir, çünkü iktisadîleştirme vasıtasıyla piyasaya yeni mallar gelmekte, tüm malların kalitesi artmakta ve daha fazla mal üretilmektedir. Bu faydalar aynı zamanda insanların hem şimdiki hem de gelecekteki ihtiyaçları ve bunları karşılayacak araçlar hakkında daha iyi nitelikteki bilgileri de içerir. Bu faydalar nihayetinde toplumun tüm katmanlarına yayılmaktadır. Bunların arasında belki de en önemli olanı, mal arzının artmasının – Menger’in ifadesiyle – “medeniyetin ilerlemesi” üzerinde olumlu sonuçlar yaratmasıdır.[10]


Subjektivizm
Menger Grundätze’de çeşitli toplumsal ve iktisadî kurumların kökenlerini açıklamasını sağlayan bazı bilimsel yasaları tanımladığını ileri sürüyor ve bu iş için subjektivizmden yararlanıyordu. Subjektivizm terimi, bireylerin kendi ihtiyaçlarını karşılayacaklarını düşündükleri nesneler hakkında yaptıkları öznel değerlendirmelerin tüm iktisadî faaliyetin kökenini oluşturduğunu ifade etmektedir.
Menger’in subjektivizmi kullandığı nedensellik zincirinin hemen başında ortaya çıkar. Nitekim kitabının başında malın tanımını verirken subjektivizmi kullanmaktadır. Menger’e göre, karşılayabilecekleri insan ihtiyaçları ile ilişki kurma becerisine sahip olan nesneler faydalı nesnelerdir. Nedensellik açısından bakıldığında, faydalı nesneler bireylerin ihtiyaçlarıyla nedensellik ilişkisine girdikleri anda ortaya çıkan şey mallardır. Bununla birlikte, her faydalı nesne mal değildir. Bir nesnenin mal sayılabilmesi için aynı anda dört özelliğe sahip olması gerekir: (a) söz konusu nesneyi gerektiren bir insan ihtiyacı olmalıdır; (b) nesnenin, ihtiyacı karşılanmasıyla nedensel ilişki kurmasını sağlayan birtakım özellikleri olmalıdır; (c) bu nedensellik ilişkisi bireyler tarafından bilinmelidir; (d) nesne, ihtiyacı karşılayacak şekilde kullanılabilmelidir.[11] Bunun ardından Menger tüm mal ve hizmetlerin bir dizi üretim sürecinden geçtiğini belirterek mallar arasında bir ayrıma gidiyor. Buna göre, insan ihtiyaçlarını doğrudan karşılayan tüketim malları “birinci dereceden” ya da “alt düzey” mallardır.[12] Bu alt düzey malların üretimi için kullanılan üretim malları da “ikinci dereceden” ya da “üst düzey” mallardır.[13] Sonuç itibariyle, mallar, onların niteliklerini bilen ve onları kendi ihtiyaçlarını karşılamak için kullanma becerisine sahip olan insanlar olmadan mal özelliğini kazanamazlar. Malların kendi ihtiyaçlarını karşılama becerileri hakkında öznel değerlendirmeler yapan insanlar olmadan malların olması da mümkün değildir.
Smith ve Ricardo gibi klasik iktisatçılar talep yönlü değişkenlerin mübadele-değerlerinin belirlenmesinde herhangi bir işleve sahip olmadığını düşünmüşlerdir. Malların mübadele-değerleri onların uzun dönemdeki normal fiyatları ya da üretim maliyetlerince belirleniyordu. Kimi durumlarda bu maliyete malın rant, ücret ve kâr unsurlarının toplanmasıyla ulaşılıyordu. Ricardo’nun değer teorisine göre göreli fiyatlar iki malda içerilmiş olan emek miktarını gösteriyordu. Elmas-su paradoksunda olduğu gibi, kullanım-değeri klasik iktisatçılar açısından özneldi, fakat mübadele-değeri malın maliyet tutarına bağlıydı. Bu açıdan malın değeri malın içindeydi ve üretimin tarihsel geçmişi tarafından belirleniyordu. Klasiklerin bu görüşlerine katılmayan Menger’e göre, Klasik İktisat’a dayanmak iktisat bilimini bilimsel temellere muhtaç kılmıştı. Mal olma niteliğine sahip nesnelerin ve iktisadî malların değerleri onların içerisinde yer almıyordu; bu değer, malların insan ihtiyaçları ile belirli bir ilişkiye girmesinden kaynaklanıyordu. Tüketim mallarının (birinci dereceden mallar) değerlerinin bu malların üretiminde kullanılan girdilerin (üst düzey mallar) değerlerine bağlı olduğuna ilişkin klasik görüş “gerçek ilişkinin tam tersini” ifade ediyordu. Oysa üst düzey mallar değerlerini birinci dereceden üretimiyle birleştirilme becerilerine borçluydular.
Menger mübadele-değerinin kaynağını bu şekilde açıklarken aynı zamanda değer ve maliyet arasındaki nedensellik ilişkisini de tersine çeviriyor, girdilerin değerlerini çıktıların değerine bağlıyordu. Menger’e göre,
Bu durumda, bir malın değerinde belirleyici olan unsur, ne o malın üretimi için gerekli olan emek ve diğer malların miktarıdır, ne de bunların o malın yeniden üretimi için gerekli olan miktarlarıdır. Bu unsur daha ziyade, o malın kullanımına bağlı olduğunu bildiğimiz doyumların sahip oldukları önemin büyüklüğüdür. Değerin belirlenişine ilişkin bu ilke evresel olarak geçerlidir ve beşerî ekonomide herhangi bir istisnasını bulmak mümkün değildir.[14]
Böylelikle, üretim faktörlerine olan talebi tüketici talebi ile ilişkilendirmiş oluyordu. Malların değerleri üretimlerinde kullanılan emek ve diğer girdilerin değerlerine göre belirlenmiyor, bunun yerine, üretim faktörlerinin ve diğer girdilerin değerleri tüketicilerin bunlarla üretilen tüketim mallarına atfettikleri önem vasıtasıyla belirleniyordu. Bu açıdan maliyet, gelecekteki muhtemel faydaya karşılık olarak bugün yapılan fedakârlığı temsil ediyordu. Üretim araçlarının değerleri tüketim mallarının değerlerinden hareketle oluştuğunda da tüm sermaye mallarının değeri ve dolayısıyla malların maliyeti, tüketicilerin yaptıkları öznel değerlendirmeler tarafından belirlenmiş oluyordu.
Menger’le ilgili ilginç hususlardan biri, Menger’in kendisini marjinalizm geleneği ile fazla ilişkilendirmemesiydi. Grundätze’nin yazarlara verilen nüshasında bile ünlü marjinal fayda tablosunun üstünü çizmişti. 1870’lerde Arşidük Ferdinand’a verdiği derslerde marjinalizmden nadiren bahsetmiş, bu tutumunu 1880’lerde de değiştirmemişti. Buna rağmen, aynı dönemde Avusturya okulu Wieser’in ve Böhm-Bawerk’in çalışmalarıyla marjinal fayda okulu ile giderek daha fazla anılıyordu. Bir diğer husus, Avrupa’nın en iyi kütüphanelerinden birine sahip olmasına rağmen, Menger’in klasik iktisatçılar hakkında fazla bilgisinin olmamasıydı. Robbins’e göre Menger, Tarihçi Okul’a karşı Smith’i savunmasına rağmen onun düşüncesinin özüne inmemiş ve düşüncelerini yanlış anlamıştı. “O muhteşem kütüphanesine rağmen, görünüşe göre Cournot’yu bilmiyordu ve Gossen’den de kesinlikle biharberdi.”[15]
Menger 1903 yılında üniversiteden emekli olmuş ve kendini Grundätze’nin yeni baskısına hazırlamaya vermişti. Aynı zamanda Tarihçi Okul ile olan yöntem tartışmasını sürdürüyor ve okuma alanını genişletiyordu. Bu esnada Grundätze’nin baskısı tükenmiş, 1880’lere gelindiğinde eski nüshalarını bulmak aşırı derecede güçleşmişti. Menger kitabının revizyonu üzerinde çalışıyor ve özgün baskıda olduğunu düşündüğü bazı sorunları çözmeye çalışıyordu. Fakat 1889 yılında ikinci baskı için bir önsöz yazmış olmasına rağmen, Menger kitabının revizyonunu asla tamamlayamadı ve yaşamı boyunca yeni bir baskısının ya da tercümesinin yapılmasına izin vermedi. Grundätze İngilizcede bile ancak 1950’de yayınlanabildi. Takipçileri olan Wierser’in Natural Value ve Böhm-Bawerk’in The Positive Theory of Capital adlı çalışmaları 19. yüzyılın sonlarında İngilizceye çevrilmeseydi Menger bugün büyük ihtimalle tanınmıyor olacaktı.

Dipnot
1] Bruce Caldwell, Hayek’s Challege, Chicago: Chicago University Press, 2004, s. 17-18.
[2] Carl Menger, Investigations into the Methods of the Social Sciences with Special Reference to Economics, Çev. Francis Nock, Ed. Louis Schneider, New York: New York University Press, 1963.
[3] Turan Yay, “Avusturya Okulu’nun Tarihsel Gelişimi ve Metodolojisi”, Piyasa, Sayı: 11 (Yaz 2004), s. 2.
[4] Menger, s. 45.
[5] Yay, s. 3.
[6] Caldwell, s. 21.
[7] Caldwell, s. 23.
[8] Caldwell, s. 23-24.
[9] Caldwell, s. 24.
[10] Caldwell, s. 25.
[11] Menger, s. 53.
[12] Menger, s. 56.
[13] Menger, s. 57.
[14] Menger, s. 147.
[15] Lionel Robbins, A History of Economic Thought, Princeton, New Jersey: Princeton University Press, 1998, s. 271.




Kaynak




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder