29 Eylül 2009 Salı
Küresel piyasada oyun oynamak
Mahfi Eğilmez
Piyasaları ikiye ayırarak incelemek mümkün. İlki reel piyasa dediğimiz mal ve hizmet arz ve talebine dayalı olarak doğan reel değerleri temsil eden piyasa, ikincisi ise bu mal ve hizmetleri ya da bunları üretenleri temsil eden kâğıtların oluşturduğu sanal değerleri temsil eden piyasa. Reel değerleri temsil eden piyasa gayrimenkul, emtia ya da tüketim malları piyasasından emek piyasasına kadar çeşitlilik gösterir. Bu piyasada verilen paranın karşılığında apartman dairesi, elma veya bir saatlik emeğin verdiği hizmet ya da bir şirketin piyasa değeri gibi reel bir değer vardır. Sanal piyasa para, hisse senedi, tahvil gibi reel bir değer taşımayan ama reel değerleri temsil ettiğine inanılan kâğıtlardan oluşan sanal bir piyasadır. Sanaldır çünkü o kâğıtların reel değeri yoktur. Bir değerleri vardır çünkü temsil ettikleri malın, hizmetin, kurumun ya da devletin itibarına ya da hisse senetlerinde olduğu gibi şirketin piyasa değerine dayanırlar.
Bu iki piyasa bazen paralel gider bazen birbirinden ayrılır. Örneğin 2000 yıllarının başlarında reel piyasada oluşan değerler aşağı yukarı aynı oranda sanal piyasaya da yansıyordu. Yani eğer bir şirketin piyasa değeri yüzde 20 artıyorsa hisse senetlerinin değeri de aşağı yukarı aynı oranda artıyordu. Derken bu paralellik kopmaya, şirketin hisse senetlerinin değeri piyasa değerinin üzerinde artmaya başladı. Hemen ardından şirketin piyasa değeri de yükseldi. Yani sanal dünyada oluşan artışlar reel dünyadaki değerleri de peşinden sürüklemeye yöneldi. Sonuçta sanal değerler şişmeye ve reel değeri temsil etmemeye başladı. İşin kötüsü piyasa değeri de reel değerden koptu. Finans piyasalarında balon ya da köpük diye anlatılan olay ortaya çıktı. Bu tür değer şişmeleri o değerden alıcı bulunduğu sürece sorun olmaz. Ne zaman o değerden alıcı bulunmamaya başlarsa o zaman değerlerin şişmiş olduğu ortaya çıkar ve düzeltme hareketi başlar. Düzeltme hareketi, yani balonun inmesi olayı alıcıların tekrar ortaya çıkmaya başladığı değere kadar devam eder. Sonra yeni bir denge kurulur ve piyasalar o dengeden faaliyete başlar.
Buraya kadar anlattıklarım işin normal yönü. Küresel ekonomiyle birlikte sermaye hareketlerinin serbestliği olgusu yaşama geçince başka bir eğilim daha belirdi. Bu eğilim fon yöneticilerinin para kazanmak için yaptıkları spekülâtif alış verişler. Bu tür alış verişler özellikle de gelişme yolundaki ekonomilerde kolay yapılıyor. Bu ekonomilerde mali kesim fazla derin olmadığı için az miktarda taleple piyasayı etkilemek mümkün oluyor. Örneğin borsada bunu yapanlar var. Spekülatörler belirli bir hisse senedinin fiyatı düşükken satın almaya ve fiyatı hafif hafif yükseltmeye başlıyorlar. Söz konusu hisse senedinin fiyatının arttığını görenler o kâğıdı alıp fiyatı daha da yükseltince spekülâtörler ucuza aldıkları kâğıdı pahalıya satıp çıkıyor ve kazanç sağlıyorlar. Buna argo deyimiyle "keriz silkeleme" deniyor. Öteki piyasalarda da buna benzer eylemler geçerli. Diyelim ki bir fon yöneticisi 1 USD = 1.25 YTL iken 4 ayrı bankadan 5'er milyon dolar olmak üzere toplamda 20 milyon dolar aldığında bu talep hemen konuşulmaya başlanıyor ve dolara talebin arttığı görülünce dolar YTL'ye karşı yükselmeye başlıyor. Diyelim ki bu hareketin sonunda dolar talebi artışıyla kur 1 USD = 1.30 YTL'ye çıkınca fon yöneticisi 1.25'ten aldığı dolarları 1.30'dan satıyor ve dolar başına 0,05 YTL ya da yüzde 4 para kazanmış oluyor. Dolarları satınca dolar yine değer kaybetmeye başlıyor.
Bütün piyasaların birbirinin içine girdiği, dünya çapında fon yöneticileri ve spekülatörlerin değerlerle oynadığı küresel piyasada oyuna katılmak ve kazanç elde etmek kolay değil. O nedenle bu işleri iyi izlemeyenlerin uzun vadeli yatırımlar yapmaları, güncel kazançlar peşinde koşmamaları sonradan üzülmemeleri için en doğru yoldur.
Devamını okuyun...>>
28 Eylül 2009 Pazartesi
Milton Friedman
Milton Friedman (1912-2006)
Nobel ödüllü ABD'li ekonomist.
Milton Friedman, Monetarizmin oluşumunda ve tanıtımında en önemli isimdir. 1976 yılında "Paranın Miktar Teorisi üzerine çalışmalar" adlı kitabında Monetarizmin temel ilkelerini ortaya koymuştur. Milton Friedman kendisine Nobel Ekonomi Ödülü verilirken yaptığı konuşmada "enflasyon her zaman ve her yerde parasal bir olgu olmuştur" sözüyle parasal genişleme - enflasyon arasındaki sıkı ilişkiye vurgu yapmıştır. Friedman ayrıca bir ekonomik durgunluk ya da bunalım döneminde bir şekilde "ipleri elinde tutmak" şeklindeki dinamik agresif bir para arzı genişlemesinin etkili olmayacağı düşüncesinden hareketle ortaya atılan "para önemli değildir" tarzındaki hakim Keynesyen düşünceyi ortadan kaldırmak istemiştir. Friedman ve diğer Monetaristlerden Schwartz, para politikasının hem genişlemelerde hem de daralmalarda gerçekten etkili olduğunu göstermişlerdir. Milton Friedman'ın para ekonomisi üzerine yaptığı çalışması, 1960'larda ve 1970'lerde enflasyon tehlike sinyalleri vermeye başladıkça, giderek önemli ve uygulanabilir hale geldi. Friedman'a göre ileri ülkelerde 1970'lerden sonra baş gösteren krizin asıl nedeni John Maynard Keynes'ten esinlenerek uygulamaya sokulmuş konjonktür politikalarıdır. Yüksek düzeyde istihdam oluşturmayı esas almış olan konjonktür politikalar, gevşek politikasından doğan etkilerle ekonomileri raydan çıkararak istikrarsızlığı yaygınlaştırmıştır. 1970'lerin ve 1980'lerin başlarında Monetarsitler gerek Akademik ve gerekse politik çevrelerden birçok taraftara toplayarak düşüncelerini yaymışlardır. Onlara göre 1970'li yıların sorunu olan işsizlik ve enflasyonun sebebi uygulanan gelişigüzel para politikalarıdır. Ekonomik istikrarsızlığın kaynağı ise para arzındaki düzensiz dalgalanmalardır.
20.yüzyılın iktisatçısı olarak tanımlamamın nedeni ekonomi bilimine katkılarının o yüzyılda yapılmış olmasındandır. Friedman'ın başyapıtı laissez faire kapitalizmini (bırakınız yapsınlar) savunan 'Capitalism and Freedom' adlı eseriydi. Her ne kadar ekonomi bilimine asıl katkısını monetarist teoriyi geliştirdiği eserleriyle yapmış olsa da düşüncesinin felsefi altyapısını geliştirdiği eseri budur. Bunun yanında 1980'lerde televizyonda bir dizi olarak sunduğu 'Free to Chose' daha sonra kitap haline getirilmiş ve yaygın bir okur kitlesi tarafından okunmuştu. Anna Schwartz ile birlikte yazdıkları 'A Monetary Theory of the United States' para arzının ekonomideki rolü konusunda çok insanı etkilemiş bir kitaptır. Her ne kadar paranın ekonomideki rolü üzerine Friedman'dan önce de yazılmış bir çok eser bulunsa da onun yaklaşımı sonucunda o zamana kadar sanki ikinci sınıf bir ekonomik gösterge olarak algılanan parasal göstergeler birden birinci derecede öneme kavuşmuştur. Friedman'a göre para arzının ekonomi üzerindeki etkisi birincil derecede bir etkidir ve o nedenle para arzının denetlenmesi ekonominin büyük ölçüde denetlenebilmesini sağlar. Friedman'a gelinceye kadar Keynesyen ekonomi politikasının etkisiyle daha çok maliye politikasına ağırlık veren ekonomi politikası, sonraki dönemde para politikasının önceliği almasıyla ciddi bir değişime uğramıştır. Friedman'ın yaklaşımı kabaca şöyle özetlenebilir: Ekonomide devletin rolü mümkün olabilecek en az düzeye indirilmelidir. Bu düzey klasik iktisatçıların söylediği gibi adalet, savunma, dış politika gibi klasik görevlerle sınırlanmalı, nötr bir bütçe politikası izlenmeli, yani bütçe açık vermemeli, nötr bir vergi politikası izlenmeli, yani teşvik vb gibi düzenlemelerden kaçınılmalıdır. Devlet kimsenin lehine ya da aleyhine düzenlemeler yapmamalıdır. Bunların yanı sıra Merkez Bankası, para arzını denetlemeli ve fiziksel büyüme ile paralel bir para arzı artışından öteye gitmemelidir. Friedman'ın görüşlerini biraz daha açabilmek için Fisher tarafından ortaya atılmış bulunan değişim denklemi ve onun çerçevesinde geliştirilmiş bulunan para miktar kuramına biraz daha yakından bakmak gerekiyor. Önce ünlü değişim denklemini yazalım: MV = PQ. Yani para arzı (M) ile paranın dolanım hızı, ya da her bir para biriminin yılda kaç kez eldeğiştirdiğini gösteren katsayının (V) çarpımı, bir yıl içinde yapılan toplam mal ve hizmet üretiğminin fiyatlar cinsinden ifade edilmesine (PQ) yani GSYİH'ya eşittir. Bu denklemde V az ya da çok kısa dönemde sabit olarak kabul edilebilir. Çünkü bir toplumda paranın el değiştirme hızı daha çok geleneklere bağlıdır ve geleneklerin değişmesi de çok hızlı olmaz. Dolayısıyla kısa dönemde V sabit kabul edilirse fiziksel üretim miktarı (Q) üzerindeki para arzı artışları fiyatların (P) artmasıyla sonuçlanır. Yani para arzı ile enflasyon arasında yakın ve paralel bir ilişki vardır. Friedman, Keynesyen ekonomik yaklaşımın dünya üzerinde tartışılmaz egemenliğinin yavaş yavaş sorgulanmaya başladığı bir dönemde ortaya attığı monetarist teori ile yalnızca uygulamayı etkilemekle kalmamış aynı zamanda ekonomi teorisini de önemli ölçüde etkilemiştir. Sonraki dönemde paranın ekonomideki önemi giderek artmıştır. Friedman'ın bu görüşleri sonrasında yeni klasik iktisatçılar rasyonel bekleyişler teorisini geliştirerek bekleyişlerin de en az reel ekonomi ve parasal ekonomi kadar önemli olduğunun anlaşılmasına yol açmışlar ve böylece eskiden çoğunlukla reel ekonomiyle ilgilenen ekonomi bilimi eksik parçalar nedeniyle tamamlanamayan bir bulmaca olmaktan çıkmıştır. "Enflasyon her zaman ve her yerde parasal bir olgudur" sözüyle ünlenen Friedman'ın ölümüyle birlikte büyük iktisatçılar kuşağı tarihe karışmış olmaktadır.
Milton Friedman, Monetarizmin oluşumunda ve tanıtımında en önemli isimdir. 1976 yılında "Paranın Miktar Teorisi üzerine çalışmalar" adlı kitabında Monetarizmin temel ilkelerini ortaya koymuştur. Milton Friedman kendisine Nobel Ekonomi Ödülü verilirken yaptığı konuşmada "enflasyon her zaman ve her yerde parasal bir olgu olmuştur" sözüyle parasal genişleme - enflasyon arasındaki sıkı ilişkiye vurgu yapmıştır. Friedman ayrıca bir ekonomik durgunluk ya da bunalım döneminde bir şekilde "ipleri elinde tutmak" şeklindeki dinamik agresif bir para arzı genişlemesinin etkili olmayacağı düşüncesinden hareketle ortaya atılan "para önemli değildir" tarzındaki hakim Keynesyen düşünceyi ortadan kaldırmak istemiştir. Friedman ve diğer Monetaristlerden Schwartz, para politikasının hem genişlemelerde hem de daralmalarda gerçekten etkili olduğunu göstermişlerdir. Milton Friedman'ın para ekonomisi üzerine yaptığı çalışması, 1960'larda ve 1970'lerde enflasyon tehlike sinyalleri vermeye başladıkça, giderek önemli ve uygulanabilir hale geldi. Friedman'a göre ileri ülkelerde 1970'lerden sonra baş gösteren krizin asıl nedeni John Maynard Keynes'ten esinlenerek uygulamaya sokulmuş konjonktür politikalarıdır. Yüksek düzeyde istihdam oluşturmayı esas almış olan konjonktür politikalar, gevşek politikasından doğan etkilerle ekonomileri raydan çıkararak istikrarsızlığı yaygınlaştırmıştır. 1970'lerin ve 1980'lerin başlarında Monetarsitler gerek Akademik ve gerekse politik çevrelerden birçok taraftara toplayarak düşüncelerini yaymışlardır. Onlara göre 1970'li yıların sorunu olan işsizlik ve enflasyonun sebebi uygulanan gelişigüzel para politikalarıdır. Ekonomik istikrarsızlığın kaynağı ise para arzındaki düzensiz dalgalanmalardır.
20.yüzyılın iktisatçısı olarak tanımlamamın nedeni ekonomi bilimine katkılarının o yüzyılda yapılmış olmasındandır. Friedman'ın başyapıtı laissez faire kapitalizmini (bırakınız yapsınlar) savunan 'Capitalism and Freedom' adlı eseriydi. Her ne kadar ekonomi bilimine asıl katkısını monetarist teoriyi geliştirdiği eserleriyle yapmış olsa da düşüncesinin felsefi altyapısını geliştirdiği eseri budur. Bunun yanında 1980'lerde televizyonda bir dizi olarak sunduğu 'Free to Chose' daha sonra kitap haline getirilmiş ve yaygın bir okur kitlesi tarafından okunmuştu. Anna Schwartz ile birlikte yazdıkları 'A Monetary Theory of the United States' para arzının ekonomideki rolü konusunda çok insanı etkilemiş bir kitaptır. Her ne kadar paranın ekonomideki rolü üzerine Friedman'dan önce de yazılmış bir çok eser bulunsa da onun yaklaşımı sonucunda o zamana kadar sanki ikinci sınıf bir ekonomik gösterge olarak algılanan parasal göstergeler birden birinci derecede öneme kavuşmuştur. Friedman'a göre para arzının ekonomi üzerindeki etkisi birincil derecede bir etkidir ve o nedenle para arzının denetlenmesi ekonominin büyük ölçüde denetlenebilmesini sağlar. Friedman'a gelinceye kadar Keynesyen ekonomi politikasının etkisiyle daha çok maliye politikasına ağırlık veren ekonomi politikası, sonraki dönemde para politikasının önceliği almasıyla ciddi bir değişime uğramıştır. Friedman'ın yaklaşımı kabaca şöyle özetlenebilir: Ekonomide devletin rolü mümkün olabilecek en az düzeye indirilmelidir. Bu düzey klasik iktisatçıların söylediği gibi adalet, savunma, dış politika gibi klasik görevlerle sınırlanmalı, nötr bir bütçe politikası izlenmeli, yani bütçe açık vermemeli, nötr bir vergi politikası izlenmeli, yani teşvik vb gibi düzenlemelerden kaçınılmalıdır. Devlet kimsenin lehine ya da aleyhine düzenlemeler yapmamalıdır. Bunların yanı sıra Merkez Bankası, para arzını denetlemeli ve fiziksel büyüme ile paralel bir para arzı artışından öteye gitmemelidir. Friedman'ın görüşlerini biraz daha açabilmek için Fisher tarafından ortaya atılmış bulunan değişim denklemi ve onun çerçevesinde geliştirilmiş bulunan para miktar kuramına biraz daha yakından bakmak gerekiyor. Önce ünlü değişim denklemini yazalım: MV = PQ. Yani para arzı (M) ile paranın dolanım hızı, ya da her bir para biriminin yılda kaç kez eldeğiştirdiğini gösteren katsayının (V) çarpımı, bir yıl içinde yapılan toplam mal ve hizmet üretiğminin fiyatlar cinsinden ifade edilmesine (PQ) yani GSYİH'ya eşittir. Bu denklemde V az ya da çok kısa dönemde sabit olarak kabul edilebilir. Çünkü bir toplumda paranın el değiştirme hızı daha çok geleneklere bağlıdır ve geleneklerin değişmesi de çok hızlı olmaz. Dolayısıyla kısa dönemde V sabit kabul edilirse fiziksel üretim miktarı (Q) üzerindeki para arzı artışları fiyatların (P) artmasıyla sonuçlanır. Yani para arzı ile enflasyon arasında yakın ve paralel bir ilişki vardır. Friedman, Keynesyen ekonomik yaklaşımın dünya üzerinde tartışılmaz egemenliğinin yavaş yavaş sorgulanmaya başladığı bir dönemde ortaya attığı monetarist teori ile yalnızca uygulamayı etkilemekle kalmamış aynı zamanda ekonomi teorisini de önemli ölçüde etkilemiştir. Sonraki dönemde paranın ekonomideki önemi giderek artmıştır. Friedman'ın bu görüşleri sonrasında yeni klasik iktisatçılar rasyonel bekleyişler teorisini geliştirerek bekleyişlerin de en az reel ekonomi ve parasal ekonomi kadar önemli olduğunun anlaşılmasına yol açmışlar ve böylece eskiden çoğunlukla reel ekonomiyle ilgilenen ekonomi bilimi eksik parçalar nedeniyle tamamlanamayan bir bulmaca olmaktan çıkmıştır. "Enflasyon her zaman ve her yerde parasal bir olgudur" sözüyle ünlenen Friedman'ın ölümüyle birlikte büyük iktisatçılar kuşağı tarihe karışmış olmaktadır.
http://www.friedmanfoundation.org/
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=205000 Mahfi Eğilmez
Devamını okuyun...>>
John Maynard Keynes
John Maynard Keynes
5 Haziran 1883 de Cambridge'de doğmuştur. Tanınmış bir iktisatçı olarak İktisadi Doktrinler Tarihine geçen Keynes, sadece teorik alanda kalmayarak ekonomi politikası ile ilgili önemli meselelerin münakaşa ve müzakerelerine iştirak etmiş, çeşitli pratik meselelerle uğraşmış, ekonomi dışında bir çok mevzulara fikri ilgi duymuş bir kimsedir. Bu hal onun hayatına ve eserlerine çeşitlilik ve derinlik vermiştir. Babası John Neville Keynes 1891 de yayınladığı Scope and Method of Political Economy — İktisat ilminin gaye ve metodu isimli eseri ile iktisat ilmi sahasında en iyi metodolojilerden birini vermiş bir iktisatçıdır.Oğlu John Maynard Keynes'i Eton'da orta tahsilini ikmal ettikten sonra, Cambridge'de King Kolejine vermiş, Keynes burada matematik, klasik edebiyat, felsefe ve ekonomi öğrenimi görmüştür. Ekonomi derslerinde Alfred Marshall ve Edgeworth gibi meşhur aöğrencisi olmuştur. Keynes, kolej öğreniminden sonra kısa bir süre (1906-1908) Hindistan Dairesinde çalışmış, bu süre zarfında ihtimali hesaplara dair eserini yayınlamıştır. 1909 da hocası Alfred Marshall tarafından King Koleji'ne alınmıştır. 1911 den 1937 yılına kadar burada ekonomi dersi okutan Keynes, 1919 dan itibaren bu kolej de idari görevler de almış; 1911 de Economic Journal'ın yayınlaması görevini üstlenmiş; ayrıca The New Statesman and Nation mecmuasının yayımına katılmıştır. Bu arada, 1913/14 de Hindistan'ın para ve maliye durumunu incelemek için kurulan komisyona iştirak ettirilmiş, bu faaliyeti sonunda ekonomiye dair ilk eserini meydana getirmiştir. Birinci Dünya Savaşı'nda İngiliz Maliyesinde çalışmış, Versay sulh anlaşmasında İngiliz heyetine dahil olmuş ve anlaşmanın iktisadi hükümlerine karşı çıkarak, sonradan bu hükümleri eleştiren bir kitap yayınlamıştır. Bu kitap Keynes'in Dünyaya tanınmasına sebep olan ilk yapıtıdır.Keynes ülke içinde muhtelif komisyonlarda görev almış uzman olarak fikirlerine müracaat edilmiş bir iktisatçıdır. 1940 -1946 arasında İngiliz Hükümetinin maliye danışmanlığını yapmış, 1943 den sonra savaş sonrası para meseleleri görüşülmek üzere Amerikalılar ile yapılan müzakerelere katılmıştır. Bu müzakereler bilahare Bretton woods anlaşmasını meydana getirmiştir. Bu çeşitli hizmetlerinden dolayı 1942 de Keynes'e Lord unvanı verilmiş ve Lordlar Kamarasına alınmıştır.Uygulama alanında bir sigorta şirketinin yönetim kurulu başkanı olarak çalışmış ve bir investment company kurarak idare etmiştir. Bunun dışında Tilton'da bir çiftlik satın almış, bu çiftliği de başarı ile yönetmiştir. Edebiyata ve sanata merakı vardır. Bu sayede kendisine bir çok şeref payesi verilmiştir.Ölümünde İngiliz gazeteleri, İngiltere'nin büyük bir evladını kaybettiğini, Keynes'in bir dahi olduğunu, iktisat politikası alanında Dünya ölçüsünde tesirler yarattığını, bir çok alanlarda faaliyet gösterdiğini v.b. yazmışlardır.
Keynes'in İktisadi Düşünceleri Başlangıçta, Keynes hocası Alfred Marshall'ın etkisi altında kalan neo-klasik bir ekonomist idi. Ona göre Marshall, yüz seneden beri gelen en büyük iktisatçıdır. Ekonomiye denge ilkesini getirmiştir. Zaman öğesini teoriye sokmuştur. Bu iki husus Keynes'in de düşüncelerine esas olmuştur.Keynes'in ilk yapıtları tamamen neo-klasik temellere dayanmaktadır. Versay sulh anlaşması üzerine yazdığı yazı buna bir örnektir. Bu yazıda Almanya'ya yükletilen savaş tazminatının transferi üzerinde durulmakta, tazminat ağır ve gayri adil bulunmaktadır. 1923 de yayınladığı «Tract on Monetary Reform» isimli yapıtı ile klasiklerden biraz ayrılmaktadır. Bu yapıtta ortaya atılan düşünceler daha önce yayınladığı «Indian Currency and Finance» kitabındaki düşüncelerinin bir devamı olmakla beraber, bazı yenilikler getirmektedir. Örneğin, tasarrufla yatırım arasındaki farka işaret edilmiş; enflasyonun deflasyona, kambiyo kurlarındaki istikrarsızlığın iç fiyat düzeyindeki dalgalanmalara tercih edilebileceği ifade olunmuştur. Keynes bu kanaatini hayatının sonuna kadar muhafaza etmiştir, işsizliğin kendi kendine işleyen bir ekonomi düzeninde ortadan kaldırılmasındaki güçlüğe işaret etmiş, 1925 de altın para sistemine dönülmesini eleştirmiştir. Gerçekten, altın para sistemine dönülmesinden sonra iç fiyat düzeyinin durumu uzun süren bir işsizliğe sebep olmuştur. Keynes altın para sistemi ve sabit kambiyo kuru politikasının ülke içinde istihdam düzeyine etkilerini inceleyerek, bir ülkenin istihdam seviyesini dış tesirlere bağlamanın doğru olamayacağını ifade etmiştir. Ona göre, para, faiz ve fiyat düzeyi kambiyo kurlarına göre değil, milli ekonominin ihtiyaçlarına göre düzenlenmelidir.Keynes'i klasiklerden ayıran ilk denemesi 1930 da yayınladığı «A Treatise on Money» isimli yapıtıdır. Bu yapıtına göre, istihdam yatırıma tabidir; yatırım ise, faize bağlıdır. Para tedbirleri ile yatırım miktarını tasarrufa uydurmak mümkündür. Kitap zamanında takdir edilmiş ve aynı zamanda bir çok eleştirilere de yol açmıştır.1930 Dünya Ekonomik krizi, Keynes'i krizle mücadele için bir çok tekliflerde bulunmaya sevk etmiş, 1933 de «The Means to Prosperity», 1935 de «A Self-Adjusting Economic System» isimli makalelerini ve nihayet 1936 da kendisine ekonomi doktrinleri tarihindeki ününü sağlayan «General Theory of Employment, Interest and Money» adlı yapıtını yayınlamıştır. Keynes, bu yapıtında genel ekonomik dengenin tam istihdam seviyesine özgü bir olay olmadığını, düşük istihdam düzeyinde de denge olabileceğini ortaya atmış, piyasa ekonomisinin düzenli biçimde işlemesini temin etmek için kendi kendine dengeyi sağlayan güçlerin yetersizliği üzerinde durmuş, bunu gidermek için devletin müdahale gereğine işaret etmiştir. Örneğin, gerçek talebin yetersiz olduğu yerde bizzat devletin gerekli talebi yaratmasının zorunlu olduğunu savunmuştur KLASİK TEORİ VE KEYNES‘İN GENEL TEORİSİ Keynes, Ad. Smith'den Alfred Marsall'a kadar ortaya atılan ve esas itibariyle Ricardo'nun iktisat teorisine dayanan iktisadi düşünceleri klasik teori olarak görmektedir. Keynes, klasik teoriyi genel teori içinde özel bir durum olarak görmekte, J. B. Say'in mahreçler kanununu esas almak suretiyle istihdam sorununu çözümlediğini sanmakla suçlamaktadır.Klasik teoriye göre, serbest rekabetin geçerli olduğu piyasa ekonomisi düzeninde her arz kendisine eşit talep yaratır. Üretimle yaratılan gelirin tamamına eşit harcama yapılır. Talep yetersizliğinden ileri gelen bir işsizlik görülmez. Gerçi, insanlar gelirlerinin bir kısmını gelecek gereksinmelerini düşünerek tasarruf ederler. Ne var ki, tasarruflarını atıl bırakmazlar; ödünç vererek tasarruflarının ödülünü görmek isterler. Böylece birinin harcamadığını başkası harcar; tasarruf kadar yatırım yapılır. Toplam talep ile toplam arz arasındaki eşitlik sağlanmış olur. Tasarruf - yatırım eşitliğini, dolayısıyla toplam taleple toplam arz arasındaki eşitliği reel faiz haddindeki değişmeler sağlar. Yine klasik teoriye göre, bu eşitlik tam istihdam düzeyinde meydana gelir. Bunu reel ücretlerdeki değişmeler sağlar. Çünkü gerek emek talebi, gerekse emek arzı reel ücretlerin bir fonksiyonudur.J. M. Keynes «kendi kendine işleyen bir piyasa ekonomisi düzeninde iktisadi dengenin bozulmayacağı ve bu dengenin tam istihdam düzeyinde oluşacağı» yolundaki klasik düşünceyi eleştirmiştir. Ona göre, insanların ellerine geçen parayı atıl bırakmayacakları görüşü her zaman gerçeğe uymaz. Gerek tasarruf, gerekse yatırımların faiz esnekliği klasiklerin iddia ettiği düzeyde değildir. Tasarruf her şeyden önce gelir düzeyine bağlıdır. Yatırım sermayenin marjinal verimliliği ile faiz haddine göre oluşur. Örneğin, kâr şansının azaldığı, zarar etme olasılığının arttığı iktisadi dönemlerde faiz haddi düşürülse bile, firmalar yatırım yapmaktan çekinebilirler. Böylece talep yetersizliği meydana gelebilir.Talep azlığından meydana gelen işsizliğin işçilerin daha düşük ücrete çalışmaya razı olmaları suretiyle giderilebileceği yolundaki düşünce gerçekleri yansıtmamaktadır. Çünkü parasal ücretler düşse bile, iktisadi daralma dönemlerinde görüldüğü gibi, eğer üretilen malların fiyatlarında da düşme varsa, reel ücretlerde istihdam düzeyini yükseltmeğe yeter derecede bir düşme olmayabilir. Kaldı ki günümüzde işçi sendikaları ücretlerin düşürülmesine karşı çıkarlar.Talep azlığından meydana gelen işsizliğin işçilerin daha düşük ücrete çalışmaya razı olmaları suretiyle giderilebileceği yolundaki düşünce gerçekleri yansıtmamaktadır. Çünkü parasal ücretler düşse bile, iktisadi daralma dönemlerinde görüldüğü gibi, eğer üretilen malların fiyatlarında da düşme varsa, reel ücretlerde istihdam düzeyini yükseltmeğe yeter derecede bir düşme olmayabilir. Kaldı ki günümüzde işçi sendikaları ücretlerin düşürülmesine karşı çıkarlar.J.M. Keynes'e göre, işçi istihdamı firmaların üretim kararlarına; firmaların üretim kararları ise, satışlara bağlıdır. Yani istihdam düzeyini belirleyen öğe gerçek taleptir. Alış verişe paranın aracı olduğu piyasa ekonomilerinde gelirden az veya gelirden fazla harcama yapılabilir. Gelirden az harcama yapılırsa, firmaların satışları azalacağından, istihdam hacmi daralır; gelirden fazla harcama yapılırsa, firmaların satışları artacağından, eğer ekonomide eksik istihdam durumu varsa, istihdam hacmi genişler, üretim artar; tam istihdam durumu varsa, fiyatlar yükselir.Şu açıklamadan anlaşılacağı gibi, ekonomik denge her zaman tam istihdam düzeyinde oluşmaz; eksik istihdam düzeyinde de meydana gelebilir. Bu durumda istihdam hacmini genişletmek, tam istihdam düzeyine ulaşmak için toplam talebin artırılması zorunludur. Çünkü firmaların istihdam hacmini genişletmeleri satışlarına, bu ise, harcamaların, yani talebin artmasına bağlıdır.Tam istihdamı talebe bağlayan görüşlere Malthus, Sismondi ve bazı sosyalist ekonomistlerde de rastlamak mümkündür. Ancak, Keynes toplam arz ile toplanı talebi belirleyen öğeleri inceleyerek, yeni bir sistem kurmaya çalışmıştır.Keynes'e göre, istihdam düzeyini ve milli geliri belirleyen toplam gerçek talep iki kısımdan oluşmaktadır :i) Tüketim mallarına talep; Keynes'in deyimi ile beklenilen tüketim harcamaları;ii) sermaye mallarına talep; Keynes'in deyimi ile beklenilen yatırım harcamaları.Keynes kitabının büyük bir kısmını bu iki talebin incelenmesine ayırmıştır. Gerek tüketime, gerekse yatırıma çeşitli değişkenler tesir etmektedir. Bu değişkenler objektif ve sübjektif olmak üzere iki kısımda incelenebilir.i) Tüketimi belirleyen objektif değişkenlerin en önemlisi gelirdir. Gelirle tüketim giderleri arasındaki fonksiyonel ilişkiye tüketim eğitimi derler. Tüketim eğilimi gelirin tüketime harcanan kısmının gelire oranıdır. Tüketim eğilimini h ile gösterecek olursak, tüketim mallarına talepI = h . Gye eşittir. Burada I tüketim mallarına talep miktarını, yani tüketim harcamalarını, G milli geliri göstermektedir. Gelir arttıkça tüketim de artar. Fakat bu artış gelirdeki artış oranında olmayıp, daha düşük orandadır. Başka bir deyimle, marjinal tüketim eğilimi (dl/dG) müsbet olmakla beraber, birden küçüktür. Belki hiç yatırım yapılmayan durgun bir ekonomide gelire eşit tüketim yapılması düşünülebilir. Ancak, gerçekte böyle bir ekonomi yoktur. Gelişen her ekonomide gelirin tamamı tüketilmeyerek, bir bölümü tasarruf edilir. Hemen her ekonomide halk eline geçen gelirin tamamını tüketime harcamaz; çeşitli saiklarla bir bölümünü tasarruf eder. Genel olarak gelir yükseldikçe, marjinal tüketim eğilimi azalır, marjinal tasarruf eğilimi artar. Gelirle tüketim harcamaları arasında tasarruf eğilimine göre değişen bir fonksiyonel ilişki vardır. Tüketim harcamalarına gelirden başka, gelir bölüşümünde, faiz haddinde ve vergi politikasındaki değişmeler gibi objektif öğeler; ileride yapılması muhtemel tüketim harcamaları için ihtiyatlı olma, ailenin gelecekte büyüyen gereksinmeleri ile gelir durumu arasındaki muhtemel dengesizlikleri giderme düşüncesi, faiz ve fiyat artışlarından yararlanma arzusu, gittikçe artan giderlerin vereceği tatmin hissi, hür ve güçlü olma arzusu, ticari ve spekülatif plânların gerçekleştirilmesi amacı ile hazır para bulundurma arzusu, aileye servet bırakma düşüncesi, hasis veya müsrif davranışlar gibi sübjektif öğeler tesir edebilir.Keynes faiz haddinin tasarruf, dolayısıyla tüketim üzerine etkisini kuşku ile karşılamaktadır. Ancak, uzun devrede faiz haddinde önemli denilebilecek yükselmeler ve düşmeler tasarrufu, dolayısıyla tüketimi etkileyebilir. Kısa devrede faiz haddinin tüketim eğilimi üzerine doğrudan bir etkisi yoktur. Çünkü tasarruf üzerinde faizden çok alışkanlıklar ve gerek sinmeler etkili olur. Bununla beraber, faiz haddinin tüketim eğilimini, ekonomik dengenin başka büyüklüklerine tesir etmek suretiyle dolaylı yoldan etkilemesi mümkündür. Keynes'i klasik ekonomistlerden ayıran önemli noktalardan biri budur.Keynes'e göre, vergi politikasının tüketim eğilimi üzerine tesiri faiz haddindeki değişmelerden daha kuvvetlidir. Örneğin, gelirler arasındaki eşitsizliği azaltıcı yönde bir vergi politikası tüketim eğilimini artırır. Öte yandan devletin vergi hasılatından borçlarını ödemesi tüketim eğilimini olumsuz yönde etkileyebilir.Keynes'in sisteminde tüketim eğilimi istihdam düzeyini, gelir hacmini belirleyen değişkenlerden biridir. Gerçekten tüketim mallarına talep bu malların yeniden üretilmesine ve gelirin yeniden oluşmasına yol açar. Tüketim eğilimi, tüketimi etkileyen koşullar çabuk değişmediğinden, uzunca bir devre sabit kabul edilebilir. Gelirin tüketime harcanan bölümü yeniden üretilir. Gelirin tüketilmeyen kısmı tasarrufu oluşturmaktadır. Tasarrufun yeniden üretime, yani gelire dönüşmesi için yatırılması gereklidir. Tasarruf kendi başına gelire dönüşmez.Bu gerçek, Keynes'i tüketim eğilimi ile gelir artışı arasında bir ilişki kurmaya sevk etmiş ve R.F. Kahn tarafından ortaya atılan çoğaltan (multiplier) katsayısını sistemine dahil etmiştir. Çoğaltan katsayısını k harfi ile gösterecek olursak, yatırımlardaki bir artışın milli gelirde husule getireceği artışdG = k . dY ye eşit olacaktır. Burada G milli geliri, Y yatırımı göstermektedir. Fakat iktisadi daralma dönemi için düşünülebileceği gibi, tüketimde bir değişiklik husule gelmeyerek, gelirdeki artışın tamamı tasarruf edilecek olursa, marjinal tüketim eğilimi sıfıra, çoğaltan katsayısı bire eşit olacağından, gelirde ancak yatırımdaki artışa eşit bir artış meydana gelecek; aksine gelirdeki artışın tamamı tüketime harcanacak olursa, tüketim eğilimi bire, çoğaltan katsayısı sonsuza eşit olacağından, gelirdeki artış sonsuz olacaktır. Ancak, son iki halin birbirine zıt iki ekstrem durumun gerçeği yansıtmayacağı unutulmamalıdır. Gelişen bir ekonomide gelirdeki artış tüketim ve tasarruf arasında paylaşıldığına göre, normal durumun da bu iki ekstrem halin arasında olacağı kendiliğinden anlaşılır.Keynes istihdam teorisinde yatırımın istihdamı artırıcı etkisini incelerken, eksik istihdam durumunun mevcut olduğunu varsaymıştır. Çünkü, ancak eksik istihdam durumunda yatırım üretimin artmasına sebep olur. Tam istihdam durumunda üretim artırılamayacağından, yatırımdaki artış fiyatların yükselmesine sebep olur.b) Sermaye mallarına karşı talep, Keynes'in deyimi ile halkın tahmin olunan yatırımı sermayenin marjinal etkinliği ile faiz arasındaki ilişkiye bağlıdır. Çeşitli olanaklar arasında tercih yapabilen bir kimsenin yatırımda bulunabilmesi için, yatırılan sermayenin marjinal etkinliğinin (veriminin) piyasa faiz oranının üstünde olması gerekir. Yatırım sermayenin marjinal verimi faiz oranına eşit olana kadar devam eder.ba) Sermayenin marjinal verimi sermayedeki artışın verimde husule getireceği artışı gösterir. Yani,
Rj= d V/d Sdir. Keynes'in deyimi ile sermayenin marjinal verimi sermaye malının üretimde kullanıldığı sürece getireceği gelirlerin bugünkü değerini, sermaye malının yeniden üretim maliyetine eşit kılan ıskonto haddine eşittir. Bir sermaye malı talep eden, yani yatırımda bulunan bir kimse, bu yatırımın kendisine gelecekte getireceğini umduğu q1, q2, ... qn gelirlerine göre, bugünkü değerini hesaplar. Eğer hesaplanan değer yatırımın arz fiyatından yüksek ise, yatırıma karar verir. Gelecek gelirlerin bugünkü değerini bulmak demek, yatırımın kapitalize değerini bulmak demektir. Şu açıklamadan anlaşılacağı gibi, sermayenin marjinal veriminin hesabında firmaların geleceğe ait kâr tahminleri büyük bir önem taşımaktadır. Firmalar geleceğe ait kâr tahminlerini bugünkü iktisadi duruma, mevcut malların mal oluş ve satış fiyatlarına göre yaparlar. Görülüyor ki, Keynes'in istihdam teorisinde firmaların geleceğe ait tahminlerinin önemi büyüktür. Firmaların geleceğe ait beklentilerinin değişmesi sermayenin marjinal verimini değiştireceğinden yatırımı etkiler.Bundan dolayıdır ki, Keynes'in sisteminde kâr tahminlerinin (geleceğe ait beklentilerin) büyük önemi vardır. Kâr tahmini konusu, uzun ve kısa vadeli olmak üzere iki kısımda ele alınabilir. Kısa devrede firmaların kâr tahmini, mevcut sermaye teçhizatının kullanılması ile ilgilidir. Bu ise sürüm miktarı ve fiyatlara bağlıdır. Uzun devrede kâr tahmini sermaye teçhizatının genişletilmesinin uygun olup olmadığı konusu ile ilgilidir. Buna göre sermaye mallarının talebinin daha çok firmaların uzun devre kâr tahminlerine bağlı olduğu söylenebilir.Yukarıda kısa olarak açıklanan biçimde tahmin edilen sermayenin marjinal verimi faiz haddinin üstünde ise, yatırım kârlı olacağından, yatırıma karar verilecektir; değilse, tasarruf kıymetli senetlere plase edilecektir veya nakit para olarak tutulacaktır. Yatırım, sermayenin marjinal verimi faiz haddine eşit olana kadar genişletilebilir. Keynes'in deyimi ile bir sermaye yatırımının t zamanı içinde tahmin edilen geliri qt ise, ve bir liranın aynı zaman içinde getireceği faizlere göre hesap edilen bugünkü değeri dt ise, bu yatırımın talep fiyatı qt . dt dir. Yatırım, bu fiyatın arz fiyatına, yani sermaye mallarının yeniden üretim fiyatına eşit olana kadar devam eder. bb) Faiz haddi kredinin fiyatıdır. Keynes'e göre, klasik teori faizi tüketimden feragatin bir fiyatı olarak görmektedir. Oysa, tasarruf dur düğü yerde bir gelir getirmez. Tasarrufun gelir getirebilmesi ödünç verilmesi ile mümkündür. Ödünç verme ise, paranın ödeme vaadi ile değiştirilmesidir. Yani, kredi veren paradan vazgeçmektedir. Öyle ise, faiz likiditeden feragatin (paradan vazgeçmenin) karşılığıdır. Başka bir deyimle, faiz gelirin tüketim ve tasarruf arasında kullanma şekline değil, tasarrufun para olarak tutulması veya ödünç verilmesine bağlıdır.Hareket noktası bu olan Keynes faiz haddinin para arz ve talebine göre oluştuğunu söylemektedir. Para arzını, para ve kredi işlerini ayarlamakla görevli makamlar (merkez bankası) belirler. Para talebine gelince, Keynes'in likidite tercihi deyimi ile ifade ettiği para talebi halkın ödeme gereksinimini gidermek için cebinde, kasasında, bankalardaki vadesiz mevduat hesabında tutmak istediği para miktarını göstermektedir. Halk i) muamele, ii) ihtiyat, iii) spekülasyon saiki ile para talep eder.i) Muamele saiki ile para talebi (likidite tercihi) ev idareleri ve firmaların günlük alış verişlerinin gerektirdiği ödemeleri yapabilmek için el altında tutmak istedikleri para miktarıdır. Ev idareleri ve firmaların gelirleri giderleri aynı zamana rastlamaması onları günlük alış verişlerinin gerektirdiği ödemeleri yapabilmek için para tutmaya (likidite tercihine) sevk eder.ii) İhtiyat saiki ile para talebi (likidite tercihi) ev idareleri ve firmaların önceden kestirilemeyen ödemelerini yapabilmek için ihtiyaten el altında tutmak istedikleri para miktarıdır.iii) Spekülasyon saiki ile para talebi (likidite tercihi) fiyatlarda yer ve zaman bakımından meydana gelen değişmelerden yararlanmak maksadıyla el altında tutulmak istenen para miktarıdır. Gerçekten, malların fiyatları yükseliyorsa, bazı kimseler bugün ucuz almak, yarın pahalı satmak; fiyatlar düşüyorsa, bugün pahalı satmak, yarın ucuz almak suretiyle fiyat farkından kazanç sağlamak isterler. Bu türlü işlemleri yürütebilmek amacı ile el altında tutulmak istenen para miktarına spekülasyon saiki ile para talebi (likidite tercihi) denir.Muamele saiki ve ihtiyat saiki ile para talebi daha çok gelir düzeyine; spekülâsyon saiki ile para talebi daha çok faiz haddine bağlıdır. Diğer etmenler aynı kalmak şartı ile, gelir yükseldikçe, muamele ve ihtiyat saiki ile para talebi artar; gelir düştükçe, muamele ve ihtiyat saiki ile para talebi azalır.Diğer etmenler aynı kalmak şartıyla faiz haddi yükseldikçe, spekülasyon saiki ile para talebi azalır; faiz haddi düştükçe, spekülasyon saiki ile para talebi artar. Şöyle ki, faiz haddi yükseldiği zaman, tahvillerin kapitalize değeri düşeceğinden, parası olanlar düşük fiyatla tahvil alarak, ileride yüksek fiyata satmak suretiyle kâr sağlamak isterler; spekülasyon saiki ile para talebi (likidite tercihi) azalır. Faiz haddi düştüğü zaman, tahvillerin kapitalize değeri yükseleceğinden, ellerinde tahvil bulunanlar bu tahvilleri yüksek fiyata ellerinden çıkartarak, ileride düşük fiyata almak suretiyle kâr sağlamak isterler; spekülasyon saiki ile para talebi (likidite tercihi) artar.Yukarıda ana hatları ile anlatmaya çalıştığımız Keynes'in faiz teorisi klasik teoriye benzememektedir. Keynes klasik teorinin, faiz haddini yatırımı tasarrufa eşit kılan bir fiyat olarak açıklamasını doğru bulmamaktadır. Keynes'in sisteminde faiz haddi üç bağımsız değişkenden biridir. Faiz haddi bilinmeden gelir düzeyini ve buna bağlı olarak tasarruf miktarını belirlemeğe imkân yoktur.Keynes'in faiz teorisine bazı eleştiriler ileri sürülmüştür. Bu arada Keynes'in faizi izah için ortaya attığı likidite teorisinin, faiz haddini kredi arz ve talebine göre izah eden teorilerin aynı olduğunu iddia edenler de vardır. Bizzat Keynes kendisine yöneltilen eleştiriler üzerine 1937 de Economic Journal'da yayınladığı bir makalede yatırımın para talebini artırarak faiz haddini etkileyebileceğini kabul etmiştir. Bununla beraber, Keynes ile klasikler arasında yine de önemli farklar vardır.
5 Haziran 1883 de Cambridge'de doğmuştur. Tanınmış bir iktisatçı olarak İktisadi Doktrinler Tarihine geçen Keynes, sadece teorik alanda kalmayarak ekonomi politikası ile ilgili önemli meselelerin münakaşa ve müzakerelerine iştirak etmiş, çeşitli pratik meselelerle uğraşmış, ekonomi dışında bir çok mevzulara fikri ilgi duymuş bir kimsedir. Bu hal onun hayatına ve eserlerine çeşitlilik ve derinlik vermiştir. Babası John Neville Keynes 1891 de yayınladığı Scope and Method of Political Economy — İktisat ilminin gaye ve metodu isimli eseri ile iktisat ilmi sahasında en iyi metodolojilerden birini vermiş bir iktisatçıdır.Oğlu John Maynard Keynes'i Eton'da orta tahsilini ikmal ettikten sonra, Cambridge'de King Kolejine vermiş, Keynes burada matematik, klasik edebiyat, felsefe ve ekonomi öğrenimi görmüştür. Ekonomi derslerinde Alfred Marshall ve Edgeworth gibi meşhur aöğrencisi olmuştur. Keynes, kolej öğreniminden sonra kısa bir süre (1906-1908) Hindistan Dairesinde çalışmış, bu süre zarfında ihtimali hesaplara dair eserini yayınlamıştır. 1909 da hocası Alfred Marshall tarafından King Koleji'ne alınmıştır. 1911 den 1937 yılına kadar burada ekonomi dersi okutan Keynes, 1919 dan itibaren bu kolej de idari görevler de almış; 1911 de Economic Journal'ın yayınlaması görevini üstlenmiş; ayrıca The New Statesman and Nation mecmuasının yayımına katılmıştır. Bu arada, 1913/14 de Hindistan'ın para ve maliye durumunu incelemek için kurulan komisyona iştirak ettirilmiş, bu faaliyeti sonunda ekonomiye dair ilk eserini meydana getirmiştir. Birinci Dünya Savaşı'nda İngiliz Maliyesinde çalışmış, Versay sulh anlaşmasında İngiliz heyetine dahil olmuş ve anlaşmanın iktisadi hükümlerine karşı çıkarak, sonradan bu hükümleri eleştiren bir kitap yayınlamıştır. Bu kitap Keynes'in Dünyaya tanınmasına sebep olan ilk yapıtıdır.Keynes ülke içinde muhtelif komisyonlarda görev almış uzman olarak fikirlerine müracaat edilmiş bir iktisatçıdır. 1940 -1946 arasında İngiliz Hükümetinin maliye danışmanlığını yapmış, 1943 den sonra savaş sonrası para meseleleri görüşülmek üzere Amerikalılar ile yapılan müzakerelere katılmıştır. Bu müzakereler bilahare Bretton woods anlaşmasını meydana getirmiştir. Bu çeşitli hizmetlerinden dolayı 1942 de Keynes'e Lord unvanı verilmiş ve Lordlar Kamarasına alınmıştır.Uygulama alanında bir sigorta şirketinin yönetim kurulu başkanı olarak çalışmış ve bir investment company kurarak idare etmiştir. Bunun dışında Tilton'da bir çiftlik satın almış, bu çiftliği de başarı ile yönetmiştir. Edebiyata ve sanata merakı vardır. Bu sayede kendisine bir çok şeref payesi verilmiştir.Ölümünde İngiliz gazeteleri, İngiltere'nin büyük bir evladını kaybettiğini, Keynes'in bir dahi olduğunu, iktisat politikası alanında Dünya ölçüsünde tesirler yarattığını, bir çok alanlarda faaliyet gösterdiğini v.b. yazmışlardır.
Keynes'in İktisadi Düşünceleri Başlangıçta, Keynes hocası Alfred Marshall'ın etkisi altında kalan neo-klasik bir ekonomist idi. Ona göre Marshall, yüz seneden beri gelen en büyük iktisatçıdır. Ekonomiye denge ilkesini getirmiştir. Zaman öğesini teoriye sokmuştur. Bu iki husus Keynes'in de düşüncelerine esas olmuştur.Keynes'in ilk yapıtları tamamen neo-klasik temellere dayanmaktadır. Versay sulh anlaşması üzerine yazdığı yazı buna bir örnektir. Bu yazıda Almanya'ya yükletilen savaş tazminatının transferi üzerinde durulmakta, tazminat ağır ve gayri adil bulunmaktadır. 1923 de yayınladığı «Tract on Monetary Reform» isimli yapıtı ile klasiklerden biraz ayrılmaktadır. Bu yapıtta ortaya atılan düşünceler daha önce yayınladığı «Indian Currency and Finance» kitabındaki düşüncelerinin bir devamı olmakla beraber, bazı yenilikler getirmektedir. Örneğin, tasarrufla yatırım arasındaki farka işaret edilmiş; enflasyonun deflasyona, kambiyo kurlarındaki istikrarsızlığın iç fiyat düzeyindeki dalgalanmalara tercih edilebileceği ifade olunmuştur. Keynes bu kanaatini hayatının sonuna kadar muhafaza etmiştir, işsizliğin kendi kendine işleyen bir ekonomi düzeninde ortadan kaldırılmasındaki güçlüğe işaret etmiş, 1925 de altın para sistemine dönülmesini eleştirmiştir. Gerçekten, altın para sistemine dönülmesinden sonra iç fiyat düzeyinin durumu uzun süren bir işsizliğe sebep olmuştur. Keynes altın para sistemi ve sabit kambiyo kuru politikasının ülke içinde istihdam düzeyine etkilerini inceleyerek, bir ülkenin istihdam seviyesini dış tesirlere bağlamanın doğru olamayacağını ifade etmiştir. Ona göre, para, faiz ve fiyat düzeyi kambiyo kurlarına göre değil, milli ekonominin ihtiyaçlarına göre düzenlenmelidir.Keynes'i klasiklerden ayıran ilk denemesi 1930 da yayınladığı «A Treatise on Money» isimli yapıtıdır. Bu yapıtına göre, istihdam yatırıma tabidir; yatırım ise, faize bağlıdır. Para tedbirleri ile yatırım miktarını tasarrufa uydurmak mümkündür. Kitap zamanında takdir edilmiş ve aynı zamanda bir çok eleştirilere de yol açmıştır.1930 Dünya Ekonomik krizi, Keynes'i krizle mücadele için bir çok tekliflerde bulunmaya sevk etmiş, 1933 de «The Means to Prosperity», 1935 de «A Self-Adjusting Economic System» isimli makalelerini ve nihayet 1936 da kendisine ekonomi doktrinleri tarihindeki ününü sağlayan «General Theory of Employment, Interest and Money» adlı yapıtını yayınlamıştır. Keynes, bu yapıtında genel ekonomik dengenin tam istihdam seviyesine özgü bir olay olmadığını, düşük istihdam düzeyinde de denge olabileceğini ortaya atmış, piyasa ekonomisinin düzenli biçimde işlemesini temin etmek için kendi kendine dengeyi sağlayan güçlerin yetersizliği üzerinde durmuş, bunu gidermek için devletin müdahale gereğine işaret etmiştir. Örneğin, gerçek talebin yetersiz olduğu yerde bizzat devletin gerekli talebi yaratmasının zorunlu olduğunu savunmuştur KLASİK TEORİ VE KEYNES‘İN GENEL TEORİSİ Keynes, Ad. Smith'den Alfred Marsall'a kadar ortaya atılan ve esas itibariyle Ricardo'nun iktisat teorisine dayanan iktisadi düşünceleri klasik teori olarak görmektedir. Keynes, klasik teoriyi genel teori içinde özel bir durum olarak görmekte, J. B. Say'in mahreçler kanununu esas almak suretiyle istihdam sorununu çözümlediğini sanmakla suçlamaktadır.Klasik teoriye göre, serbest rekabetin geçerli olduğu piyasa ekonomisi düzeninde her arz kendisine eşit talep yaratır. Üretimle yaratılan gelirin tamamına eşit harcama yapılır. Talep yetersizliğinden ileri gelen bir işsizlik görülmez. Gerçi, insanlar gelirlerinin bir kısmını gelecek gereksinmelerini düşünerek tasarruf ederler. Ne var ki, tasarruflarını atıl bırakmazlar; ödünç vererek tasarruflarının ödülünü görmek isterler. Böylece birinin harcamadığını başkası harcar; tasarruf kadar yatırım yapılır. Toplam talep ile toplam arz arasındaki eşitlik sağlanmış olur. Tasarruf - yatırım eşitliğini, dolayısıyla toplam taleple toplam arz arasındaki eşitliği reel faiz haddindeki değişmeler sağlar. Yine klasik teoriye göre, bu eşitlik tam istihdam düzeyinde meydana gelir. Bunu reel ücretlerdeki değişmeler sağlar. Çünkü gerek emek talebi, gerekse emek arzı reel ücretlerin bir fonksiyonudur.J. M. Keynes «kendi kendine işleyen bir piyasa ekonomisi düzeninde iktisadi dengenin bozulmayacağı ve bu dengenin tam istihdam düzeyinde oluşacağı» yolundaki klasik düşünceyi eleştirmiştir. Ona göre, insanların ellerine geçen parayı atıl bırakmayacakları görüşü her zaman gerçeğe uymaz. Gerek tasarruf, gerekse yatırımların faiz esnekliği klasiklerin iddia ettiği düzeyde değildir. Tasarruf her şeyden önce gelir düzeyine bağlıdır. Yatırım sermayenin marjinal verimliliği ile faiz haddine göre oluşur. Örneğin, kâr şansının azaldığı, zarar etme olasılığının arttığı iktisadi dönemlerde faiz haddi düşürülse bile, firmalar yatırım yapmaktan çekinebilirler. Böylece talep yetersizliği meydana gelebilir.Talep azlığından meydana gelen işsizliğin işçilerin daha düşük ücrete çalışmaya razı olmaları suretiyle giderilebileceği yolundaki düşünce gerçekleri yansıtmamaktadır. Çünkü parasal ücretler düşse bile, iktisadi daralma dönemlerinde görüldüğü gibi, eğer üretilen malların fiyatlarında da düşme varsa, reel ücretlerde istihdam düzeyini yükseltmeğe yeter derecede bir düşme olmayabilir. Kaldı ki günümüzde işçi sendikaları ücretlerin düşürülmesine karşı çıkarlar.Talep azlığından meydana gelen işsizliğin işçilerin daha düşük ücrete çalışmaya razı olmaları suretiyle giderilebileceği yolundaki düşünce gerçekleri yansıtmamaktadır. Çünkü parasal ücretler düşse bile, iktisadi daralma dönemlerinde görüldüğü gibi, eğer üretilen malların fiyatlarında da düşme varsa, reel ücretlerde istihdam düzeyini yükseltmeğe yeter derecede bir düşme olmayabilir. Kaldı ki günümüzde işçi sendikaları ücretlerin düşürülmesine karşı çıkarlar.J.M. Keynes'e göre, işçi istihdamı firmaların üretim kararlarına; firmaların üretim kararları ise, satışlara bağlıdır. Yani istihdam düzeyini belirleyen öğe gerçek taleptir. Alış verişe paranın aracı olduğu piyasa ekonomilerinde gelirden az veya gelirden fazla harcama yapılabilir. Gelirden az harcama yapılırsa, firmaların satışları azalacağından, istihdam hacmi daralır; gelirden fazla harcama yapılırsa, firmaların satışları artacağından, eğer ekonomide eksik istihdam durumu varsa, istihdam hacmi genişler, üretim artar; tam istihdam durumu varsa, fiyatlar yükselir.Şu açıklamadan anlaşılacağı gibi, ekonomik denge her zaman tam istihdam düzeyinde oluşmaz; eksik istihdam düzeyinde de meydana gelebilir. Bu durumda istihdam hacmini genişletmek, tam istihdam düzeyine ulaşmak için toplam talebin artırılması zorunludur. Çünkü firmaların istihdam hacmini genişletmeleri satışlarına, bu ise, harcamaların, yani talebin artmasına bağlıdır.Tam istihdamı talebe bağlayan görüşlere Malthus, Sismondi ve bazı sosyalist ekonomistlerde de rastlamak mümkündür. Ancak, Keynes toplam arz ile toplanı talebi belirleyen öğeleri inceleyerek, yeni bir sistem kurmaya çalışmıştır.Keynes'e göre, istihdam düzeyini ve milli geliri belirleyen toplam gerçek talep iki kısımdan oluşmaktadır :i) Tüketim mallarına talep; Keynes'in deyimi ile beklenilen tüketim harcamaları;ii) sermaye mallarına talep; Keynes'in deyimi ile beklenilen yatırım harcamaları.Keynes kitabının büyük bir kısmını bu iki talebin incelenmesine ayırmıştır. Gerek tüketime, gerekse yatırıma çeşitli değişkenler tesir etmektedir. Bu değişkenler objektif ve sübjektif olmak üzere iki kısımda incelenebilir.i) Tüketimi belirleyen objektif değişkenlerin en önemlisi gelirdir. Gelirle tüketim giderleri arasındaki fonksiyonel ilişkiye tüketim eğitimi derler. Tüketim eğilimi gelirin tüketime harcanan kısmının gelire oranıdır. Tüketim eğilimini h ile gösterecek olursak, tüketim mallarına talepI = h . Gye eşittir. Burada I tüketim mallarına talep miktarını, yani tüketim harcamalarını, G milli geliri göstermektedir. Gelir arttıkça tüketim de artar. Fakat bu artış gelirdeki artış oranında olmayıp, daha düşük orandadır. Başka bir deyimle, marjinal tüketim eğilimi (dl/dG) müsbet olmakla beraber, birden küçüktür. Belki hiç yatırım yapılmayan durgun bir ekonomide gelire eşit tüketim yapılması düşünülebilir. Ancak, gerçekte böyle bir ekonomi yoktur. Gelişen her ekonomide gelirin tamamı tüketilmeyerek, bir bölümü tasarruf edilir. Hemen her ekonomide halk eline geçen gelirin tamamını tüketime harcamaz; çeşitli saiklarla bir bölümünü tasarruf eder. Genel olarak gelir yükseldikçe, marjinal tüketim eğilimi azalır, marjinal tasarruf eğilimi artar. Gelirle tüketim harcamaları arasında tasarruf eğilimine göre değişen bir fonksiyonel ilişki vardır. Tüketim harcamalarına gelirden başka, gelir bölüşümünde, faiz haddinde ve vergi politikasındaki değişmeler gibi objektif öğeler; ileride yapılması muhtemel tüketim harcamaları için ihtiyatlı olma, ailenin gelecekte büyüyen gereksinmeleri ile gelir durumu arasındaki muhtemel dengesizlikleri giderme düşüncesi, faiz ve fiyat artışlarından yararlanma arzusu, gittikçe artan giderlerin vereceği tatmin hissi, hür ve güçlü olma arzusu, ticari ve spekülatif plânların gerçekleştirilmesi amacı ile hazır para bulundurma arzusu, aileye servet bırakma düşüncesi, hasis veya müsrif davranışlar gibi sübjektif öğeler tesir edebilir.Keynes faiz haddinin tasarruf, dolayısıyla tüketim üzerine etkisini kuşku ile karşılamaktadır. Ancak, uzun devrede faiz haddinde önemli denilebilecek yükselmeler ve düşmeler tasarrufu, dolayısıyla tüketimi etkileyebilir. Kısa devrede faiz haddinin tüketim eğilimi üzerine doğrudan bir etkisi yoktur. Çünkü tasarruf üzerinde faizden çok alışkanlıklar ve gerek sinmeler etkili olur. Bununla beraber, faiz haddinin tüketim eğilimini, ekonomik dengenin başka büyüklüklerine tesir etmek suretiyle dolaylı yoldan etkilemesi mümkündür. Keynes'i klasik ekonomistlerden ayıran önemli noktalardan biri budur.Keynes'e göre, vergi politikasının tüketim eğilimi üzerine tesiri faiz haddindeki değişmelerden daha kuvvetlidir. Örneğin, gelirler arasındaki eşitsizliği azaltıcı yönde bir vergi politikası tüketim eğilimini artırır. Öte yandan devletin vergi hasılatından borçlarını ödemesi tüketim eğilimini olumsuz yönde etkileyebilir.Keynes'in sisteminde tüketim eğilimi istihdam düzeyini, gelir hacmini belirleyen değişkenlerden biridir. Gerçekten tüketim mallarına talep bu malların yeniden üretilmesine ve gelirin yeniden oluşmasına yol açar. Tüketim eğilimi, tüketimi etkileyen koşullar çabuk değişmediğinden, uzunca bir devre sabit kabul edilebilir. Gelirin tüketime harcanan bölümü yeniden üretilir. Gelirin tüketilmeyen kısmı tasarrufu oluşturmaktadır. Tasarrufun yeniden üretime, yani gelire dönüşmesi için yatırılması gereklidir. Tasarruf kendi başına gelire dönüşmez.Bu gerçek, Keynes'i tüketim eğilimi ile gelir artışı arasında bir ilişki kurmaya sevk etmiş ve R.F. Kahn tarafından ortaya atılan çoğaltan (multiplier) katsayısını sistemine dahil etmiştir. Çoğaltan katsayısını k harfi ile gösterecek olursak, yatırımlardaki bir artışın milli gelirde husule getireceği artışdG = k . dY ye eşit olacaktır. Burada G milli geliri, Y yatırımı göstermektedir. Fakat iktisadi daralma dönemi için düşünülebileceği gibi, tüketimde bir değişiklik husule gelmeyerek, gelirdeki artışın tamamı tasarruf edilecek olursa, marjinal tüketim eğilimi sıfıra, çoğaltan katsayısı bire eşit olacağından, gelirde ancak yatırımdaki artışa eşit bir artış meydana gelecek; aksine gelirdeki artışın tamamı tüketime harcanacak olursa, tüketim eğilimi bire, çoğaltan katsayısı sonsuza eşit olacağından, gelirdeki artış sonsuz olacaktır. Ancak, son iki halin birbirine zıt iki ekstrem durumun gerçeği yansıtmayacağı unutulmamalıdır. Gelişen bir ekonomide gelirdeki artış tüketim ve tasarruf arasında paylaşıldığına göre, normal durumun da bu iki ekstrem halin arasında olacağı kendiliğinden anlaşılır.Keynes istihdam teorisinde yatırımın istihdamı artırıcı etkisini incelerken, eksik istihdam durumunun mevcut olduğunu varsaymıştır. Çünkü, ancak eksik istihdam durumunda yatırım üretimin artmasına sebep olur. Tam istihdam durumunda üretim artırılamayacağından, yatırımdaki artış fiyatların yükselmesine sebep olur.b) Sermaye mallarına karşı talep, Keynes'in deyimi ile halkın tahmin olunan yatırımı sermayenin marjinal etkinliği ile faiz arasındaki ilişkiye bağlıdır. Çeşitli olanaklar arasında tercih yapabilen bir kimsenin yatırımda bulunabilmesi için, yatırılan sermayenin marjinal etkinliğinin (veriminin) piyasa faiz oranının üstünde olması gerekir. Yatırım sermayenin marjinal verimi faiz oranına eşit olana kadar devam eder.ba) Sermayenin marjinal verimi sermayedeki artışın verimde husule getireceği artışı gösterir. Yani,
Rj= d V/d Sdir. Keynes'in deyimi ile sermayenin marjinal verimi sermaye malının üretimde kullanıldığı sürece getireceği gelirlerin bugünkü değerini, sermaye malının yeniden üretim maliyetine eşit kılan ıskonto haddine eşittir. Bir sermaye malı talep eden, yani yatırımda bulunan bir kimse, bu yatırımın kendisine gelecekte getireceğini umduğu q1, q2, ... qn gelirlerine göre, bugünkü değerini hesaplar. Eğer hesaplanan değer yatırımın arz fiyatından yüksek ise, yatırıma karar verir. Gelecek gelirlerin bugünkü değerini bulmak demek, yatırımın kapitalize değerini bulmak demektir. Şu açıklamadan anlaşılacağı gibi, sermayenin marjinal veriminin hesabında firmaların geleceğe ait kâr tahminleri büyük bir önem taşımaktadır. Firmalar geleceğe ait kâr tahminlerini bugünkü iktisadi duruma, mevcut malların mal oluş ve satış fiyatlarına göre yaparlar. Görülüyor ki, Keynes'in istihdam teorisinde firmaların geleceğe ait tahminlerinin önemi büyüktür. Firmaların geleceğe ait beklentilerinin değişmesi sermayenin marjinal verimini değiştireceğinden yatırımı etkiler.Bundan dolayıdır ki, Keynes'in sisteminde kâr tahminlerinin (geleceğe ait beklentilerin) büyük önemi vardır. Kâr tahmini konusu, uzun ve kısa vadeli olmak üzere iki kısımda ele alınabilir. Kısa devrede firmaların kâr tahmini, mevcut sermaye teçhizatının kullanılması ile ilgilidir. Bu ise sürüm miktarı ve fiyatlara bağlıdır. Uzun devrede kâr tahmini sermaye teçhizatının genişletilmesinin uygun olup olmadığı konusu ile ilgilidir. Buna göre sermaye mallarının talebinin daha çok firmaların uzun devre kâr tahminlerine bağlı olduğu söylenebilir.Yukarıda kısa olarak açıklanan biçimde tahmin edilen sermayenin marjinal verimi faiz haddinin üstünde ise, yatırım kârlı olacağından, yatırıma karar verilecektir; değilse, tasarruf kıymetli senetlere plase edilecektir veya nakit para olarak tutulacaktır. Yatırım, sermayenin marjinal verimi faiz haddine eşit olana kadar genişletilebilir. Keynes'in deyimi ile bir sermaye yatırımının t zamanı içinde tahmin edilen geliri qt ise, ve bir liranın aynı zaman içinde getireceği faizlere göre hesap edilen bugünkü değeri dt ise, bu yatırımın talep fiyatı qt . dt dir. Yatırım, bu fiyatın arz fiyatına, yani sermaye mallarının yeniden üretim fiyatına eşit olana kadar devam eder. bb) Faiz haddi kredinin fiyatıdır. Keynes'e göre, klasik teori faizi tüketimden feragatin bir fiyatı olarak görmektedir. Oysa, tasarruf dur düğü yerde bir gelir getirmez. Tasarrufun gelir getirebilmesi ödünç verilmesi ile mümkündür. Ödünç verme ise, paranın ödeme vaadi ile değiştirilmesidir. Yani, kredi veren paradan vazgeçmektedir. Öyle ise, faiz likiditeden feragatin (paradan vazgeçmenin) karşılığıdır. Başka bir deyimle, faiz gelirin tüketim ve tasarruf arasında kullanma şekline değil, tasarrufun para olarak tutulması veya ödünç verilmesine bağlıdır.Hareket noktası bu olan Keynes faiz haddinin para arz ve talebine göre oluştuğunu söylemektedir. Para arzını, para ve kredi işlerini ayarlamakla görevli makamlar (merkez bankası) belirler. Para talebine gelince, Keynes'in likidite tercihi deyimi ile ifade ettiği para talebi halkın ödeme gereksinimini gidermek için cebinde, kasasında, bankalardaki vadesiz mevduat hesabında tutmak istediği para miktarını göstermektedir. Halk i) muamele, ii) ihtiyat, iii) spekülasyon saiki ile para talep eder.i) Muamele saiki ile para talebi (likidite tercihi) ev idareleri ve firmaların günlük alış verişlerinin gerektirdiği ödemeleri yapabilmek için el altında tutmak istedikleri para miktarıdır. Ev idareleri ve firmaların gelirleri giderleri aynı zamana rastlamaması onları günlük alış verişlerinin gerektirdiği ödemeleri yapabilmek için para tutmaya (likidite tercihine) sevk eder.ii) İhtiyat saiki ile para talebi (likidite tercihi) ev idareleri ve firmaların önceden kestirilemeyen ödemelerini yapabilmek için ihtiyaten el altında tutmak istedikleri para miktarıdır.iii) Spekülasyon saiki ile para talebi (likidite tercihi) fiyatlarda yer ve zaman bakımından meydana gelen değişmelerden yararlanmak maksadıyla el altında tutulmak istenen para miktarıdır. Gerçekten, malların fiyatları yükseliyorsa, bazı kimseler bugün ucuz almak, yarın pahalı satmak; fiyatlar düşüyorsa, bugün pahalı satmak, yarın ucuz almak suretiyle fiyat farkından kazanç sağlamak isterler. Bu türlü işlemleri yürütebilmek amacı ile el altında tutulmak istenen para miktarına spekülasyon saiki ile para talebi (likidite tercihi) denir.Muamele saiki ve ihtiyat saiki ile para talebi daha çok gelir düzeyine; spekülâsyon saiki ile para talebi daha çok faiz haddine bağlıdır. Diğer etmenler aynı kalmak şartı ile, gelir yükseldikçe, muamele ve ihtiyat saiki ile para talebi artar; gelir düştükçe, muamele ve ihtiyat saiki ile para talebi azalır.Diğer etmenler aynı kalmak şartıyla faiz haddi yükseldikçe, spekülasyon saiki ile para talebi azalır; faiz haddi düştükçe, spekülasyon saiki ile para talebi artar. Şöyle ki, faiz haddi yükseldiği zaman, tahvillerin kapitalize değeri düşeceğinden, parası olanlar düşük fiyatla tahvil alarak, ileride yüksek fiyata satmak suretiyle kâr sağlamak isterler; spekülasyon saiki ile para talebi (likidite tercihi) azalır. Faiz haddi düştüğü zaman, tahvillerin kapitalize değeri yükseleceğinden, ellerinde tahvil bulunanlar bu tahvilleri yüksek fiyata ellerinden çıkartarak, ileride düşük fiyata almak suretiyle kâr sağlamak isterler; spekülasyon saiki ile para talebi (likidite tercihi) artar.Yukarıda ana hatları ile anlatmaya çalıştığımız Keynes'in faiz teorisi klasik teoriye benzememektedir. Keynes klasik teorinin, faiz haddini yatırımı tasarrufa eşit kılan bir fiyat olarak açıklamasını doğru bulmamaktadır. Keynes'in sisteminde faiz haddi üç bağımsız değişkenden biridir. Faiz haddi bilinmeden gelir düzeyini ve buna bağlı olarak tasarruf miktarını belirlemeğe imkân yoktur.Keynes'in faiz teorisine bazı eleştiriler ileri sürülmüştür. Bu arada Keynes'in faizi izah için ortaya attığı likidite teorisinin, faiz haddini kredi arz ve talebine göre izah eden teorilerin aynı olduğunu iddia edenler de vardır. Bizzat Keynes kendisine yöneltilen eleştiriler üzerine 1937 de Economic Journal'da yayınladığı bir makalede yatırımın para talebini artırarak faiz haddini etkileyebileceğini kabul etmiştir. Bununla beraber, Keynes ile klasikler arasında yine de önemli farklar vardır.
Kaynak
www2.aku.edu.tr/~mmasca/idt_XII_hafta_johnmaynardkeynes.ppt
www2.aku.edu.tr/~mmasca/idt_XII_hafta_johnmaynardkeynes.ppt
Devamını okuyun...>>
Alfred Marshall
Alfred Marshall
İngiliz iktisatçısı (1842-1924).
St. John’s College’daki öğreniminden sonra University College (Bristol) müdürlüğüne atandı (1877), Ancak sağlığı nedeniyle 1881'de ayrılmak zorunda kaldı. 1883-1885 arasında Oxford Balliol College’da ekonomi dersleri verdi. 1885'teCambridge siyasal ekonomi profesörlüğüne atandı. 1891-1894′lü yıllarda işçi partisi kraliyet komisyonu üyesiydi. 1908′de emekli olduktan sonra, kendini yazmaya adadı.Yeni klasik ekonomist okulunun kurucularından sayılan Marshall, matematik ve felsefeyle başladığı kariyerinden ekonomiye yöneldi, ilk ilkelerini J. Stuart Mill’den almakla birlikte, çatısını kendisi kurdu. Malların nasıl üretildiğini ve çeşitli sosyal sınıflar arasında gelerin nasıl dağılmasının ekonomik esenliği nasıl biçimlendirdiğini analiz etmek yerine, durağan bir çerçeve içinde fiyatların oturtuluşunu inceledi. Tüketicinin istek ve beğenileriyle gelirinin bir bütünlük içinde sistemi yürüttüğünü öne sürüyordu. Ötekilerden farklı olarak, ekonomi kendi akışı içinde bırakılırsa, daha yeterli olacağı kanısındaydı. Ekonomiyi katı doğmalardan kurtarıp, esneklik kazandırmak istedi. Başlıca eserleri: Principles of Economics (Ekonominin İlkeleri) 1890, Indusiry and Trade (Sanayi ve Ticaret) 1919, Money, Credit and Commerce (Para, Kredi ve Ticaret) 1923.
İngiliz iktisatçısı (1842-1924).
St. John’s College’daki öğreniminden sonra University College (Bristol) müdürlüğüne atandı (1877), Ancak sağlığı nedeniyle 1881'de ayrılmak zorunda kaldı. 1883-1885 arasında Oxford Balliol College’da ekonomi dersleri verdi. 1885'teCambridge siyasal ekonomi profesörlüğüne atandı. 1891-1894′lü yıllarda işçi partisi kraliyet komisyonu üyesiydi. 1908′de emekli olduktan sonra, kendini yazmaya adadı.Yeni klasik ekonomist okulunun kurucularından sayılan Marshall, matematik ve felsefeyle başladığı kariyerinden ekonomiye yöneldi, ilk ilkelerini J. Stuart Mill’den almakla birlikte, çatısını kendisi kurdu. Malların nasıl üretildiğini ve çeşitli sosyal sınıflar arasında gelerin nasıl dağılmasının ekonomik esenliği nasıl biçimlendirdiğini analiz etmek yerine, durağan bir çerçeve içinde fiyatların oturtuluşunu inceledi. Tüketicinin istek ve beğenileriyle gelirinin bir bütünlük içinde sistemi yürüttüğünü öne sürüyordu. Ötekilerden farklı olarak, ekonomi kendi akışı içinde bırakılırsa, daha yeterli olacağı kanısındaydı. Ekonomiyi katı doğmalardan kurtarıp, esneklik kazandırmak istedi. Başlıca eserleri: Principles of Economics (Ekonominin İlkeleri) 1890, Indusiry and Trade (Sanayi ve Ticaret) 1919, Money, Credit and Commerce (Para, Kredi ve Ticaret) 1923.
Devamını okuyun...>>
William Stanley Jevons
William Stanley Jevons
ingiliz iktisatçısı ve felsefecisi (1835-1882).
1865'ten başlayarak Manchesterde Ovvens College’de mantık ve siyasal ekonomi dersleri verdi. 1876-1880 arasında Londra’da Üniversıty Coilege’da profesörlük yaptı. 1870 dolayında L. Walras ve C. Menger ile birlikte “marjinal fayda” kuramının kurucularından biri oidu. Değişim değeri kuramı üzerine katkılarda bulunan Jevoas mantık alanındaki çalışmalarında matematik ile mantığı birleştiren G. Boole’den ( Boole Cebiri ) etkilendi. Başlıca eserleri: Eiementary Lesson in Logic (Mantığa Giriş) 1870, The The ory of Polıtıcal Economy (Siyasal Ekonomi Kuramı) 1871, Money and the Mechanism of Exchance (Para ve Değişim Mekanizması) 1 875. The Princıples of Economıcs (iktisadın ilkeleri) öl. s. 1905.
Ekonomik olay ve teorilerin matematikle açıklanmasına dair çabalar, 17. asra kadar geriye götürülebilirse de literatürde İngiliz iktisatçı William Stanley Jevons ekonomi bilimine matematiği sokan insan olarak anılır.
Jevons, 1862 yılında yazdığı General Mathematical Theory of Political Economy (Ekonomi Politikin Genel Matematiksel Teorisi) adlı kitabında, “bir ürünün tüketici için nihai değeri veya yararı, aynı üründen tüketicinin halihazırda sahip olduğu sayı ile ters orantılıdır.” tezini ortaya koymuş ve bunu matematik formüller dahilinde savunmuştur. Matematiğin ekonomik teori ve analizlere tatbik edilişi sayesinde, bir teorideki temel ilişkilere ait formüller açıklıkla, basitlikle ve genelleştirilerek yapılabilmektedir. Matematik bilimi, iktisatçının en kapsamlı ve karmaşık sorunlar hakkında dahi anlamlı, test edilebilir önermelerde bulunmasına imkan tanır. Ayrıca matematiğin sembollere dayalı lisanı, çok tartışmalı iktisadi meselelere dair net, spesifik ve positive görüşlere ulaşılmasını sağlar. Bugün ekonomik teorilerin çoğunluğu, varsayım ve sonuçları kolayca anlaşılır hale getiren matematiksel modeller halinde kurgulanıp takdim edilmektedir.
Gerçekten, ekonomide birçok olgu sayısal olarak ifade edilir ve edilmelidir. Mesela, makro ekonomik meselelerden; gayrisafi milli hasıla, işsizlik oranı, bir mal veya hizmetteki toplam arz, hükümet harcamaları, ancak matematiksel ifadeleriyle anlam kazanır. Mikro iktisada dair; başa baş noktası, girdi-çıktı miktarları, verimlilik, kârlılık, borçlar, varlıklar vs. gibi kavramlar mutlaka sayısal değerlerle ortaya konulmalıdır. Matematik, şirketlerin farklı dönemlerindeki performanslarının mukayesesini imkan dahiline soktuğu gibi, farklı ülke ekonomilerinin birçok yönden karşılaştırılmasında da olmazsa olmaz bir unsurdur. İlaveten, dünya ticareti, ülkelerin toplam borcu ve ülkeler arası toplam fon transferi gibi küresel olgular da matematik olmadan hesaplanamaz ve ifade edilemez.
1865'ten başlayarak Manchesterde Ovvens College’de mantık ve siyasal ekonomi dersleri verdi. 1876-1880 arasında Londra’da Üniversıty Coilege’da profesörlük yaptı. 1870 dolayında L. Walras ve C. Menger ile birlikte “marjinal fayda” kuramının kurucularından biri oidu. Değişim değeri kuramı üzerine katkılarda bulunan Jevoas mantık alanındaki çalışmalarında matematik ile mantığı birleştiren G. Boole’den ( Boole Cebiri ) etkilendi. Başlıca eserleri: Eiementary Lesson in Logic (Mantığa Giriş) 1870, The The ory of Polıtıcal Economy (Siyasal Ekonomi Kuramı) 1871, Money and the Mechanism of Exchance (Para ve Değişim Mekanizması) 1 875. The Princıples of Economıcs (iktisadın ilkeleri) öl. s. 1905.
Ekonomik olay ve teorilerin matematikle açıklanmasına dair çabalar, 17. asra kadar geriye götürülebilirse de literatürde İngiliz iktisatçı William Stanley Jevons ekonomi bilimine matematiği sokan insan olarak anılır.
Jevons, 1862 yılında yazdığı General Mathematical Theory of Political Economy (Ekonomi Politikin Genel Matematiksel Teorisi) adlı kitabında, “bir ürünün tüketici için nihai değeri veya yararı, aynı üründen tüketicinin halihazırda sahip olduğu sayı ile ters orantılıdır.” tezini ortaya koymuş ve bunu matematik formüller dahilinde savunmuştur. Matematiğin ekonomik teori ve analizlere tatbik edilişi sayesinde, bir teorideki temel ilişkilere ait formüller açıklıkla, basitlikle ve genelleştirilerek yapılabilmektedir. Matematik bilimi, iktisatçının en kapsamlı ve karmaşık sorunlar hakkında dahi anlamlı, test edilebilir önermelerde bulunmasına imkan tanır. Ayrıca matematiğin sembollere dayalı lisanı, çok tartışmalı iktisadi meselelere dair net, spesifik ve positive görüşlere ulaşılmasını sağlar. Bugün ekonomik teorilerin çoğunluğu, varsayım ve sonuçları kolayca anlaşılır hale getiren matematiksel modeller halinde kurgulanıp takdim edilmektedir.
Gerçekten, ekonomide birçok olgu sayısal olarak ifade edilir ve edilmelidir. Mesela, makro ekonomik meselelerden; gayrisafi milli hasıla, işsizlik oranı, bir mal veya hizmetteki toplam arz, hükümet harcamaları, ancak matematiksel ifadeleriyle anlam kazanır. Mikro iktisada dair; başa baş noktası, girdi-çıktı miktarları, verimlilik, kârlılık, borçlar, varlıklar vs. gibi kavramlar mutlaka sayısal değerlerle ortaya konulmalıdır. Matematik, şirketlerin farklı dönemlerindeki performanslarının mukayesesini imkan dahiline soktuğu gibi, farklı ülke ekonomilerinin birçok yönden karşılaştırılmasında da olmazsa olmaz bir unsurdur. İlaveten, dünya ticareti, ülkelerin toplam borcu ve ülkeler arası toplam fon transferi gibi küresel olgular da matematik olmadan hesaplanamaz ve ifade edilemez.
Devamını okuyun...>>
Leon Walras
Leon Walras (1834-1910)
Matematik okul diye anılan Lozan Okulu'nun kurucusu olan Leon Walras (Fransızcada Léon Walras), Salt Politik İktisadın Unsurları (Eléments d'économie politique pure, 1874) ve Uygulamalı Politik İktisat Çalışmaları (Études d'économie politique appliquée, 1898) adlı eserleriyle tanınmıştır. Walras, Fransız olmakla birlikte Lozan'da ün kazanmıştır. Çözümlemelerini matematiksel fonksiyon ve denklemler sistemi ile açıklayan Walras, tüketilen mal miktarı ile sağlanan fayda arasındaki ters ilişkiyi yorumlarken, faydanın mal miktarının azalan bir fonksiyonu olduğunu açıklamıştır.
U = f(Q)
Daha önemlisi, iktisadi olayları açıklamada neden-sonuç ilişkilerini gösteren kavramları incelemenin yanı sıra, değişkenler arasında karşılıklı bağımlılık sürecini açıklayan fonksiyonel kavramlaşmaya önemli katkılar sağlamıştır. Örneğin, genel piyasa dengesi açısından, fiyatlarla arz miktarı arasındaki neden-sonuç ilişkisinin (Qs = f(P)) tek yanlı açıklanamayacağını, arz miktarının da fiyatları belirlediğini (P = f(Qs)) söylemiştir. Bu çerçevede Qd = f(P) iken, yalıtılmış bir piyasa modelini dikkate aldığımızda, denge koşulu, Qd = Qs biçiminde ya da E'nin fazla talebi gösterdiği varsayıldığında, tek bir denklemle EQd - Qs = 0 biçiminde gösterilebilir. Birbiriyle karşılıklı olarak bağımlı olan bir çok mal eşanlı olarak ele alındıklarında ise, denge, modelde yer alan hiçbir mal için fazla talep olmamasını gerektirecektir. Çünkü, tek bir mal bile fazla taleple karşı karşıya kaldığında, bu malın fiyat uyumlanması, öteki malların talep ve arzlarını zorunlu olarak etkileyecek ve böylece tüm fiyatlarda değişikliklere yol açacaktır. Buna bağlı olarak, n mallı piyasa modelinin denge koşulu, EtQdi - Qsi = 0 (i = l, 2, ..., n) biçiminde n tane denklemden oluşacaktır. Söz konusu modelin çözümlenebilmesi (varsa), denge koşulunu yansıtan n denklemin eşanlı olarak çözümünü sağlayan sabit bir fiyat kümesini (Pt) ve buna karşılık gelen sabit miktar kümesinin (Qt) varlığını gerektirecektir.
Walrasçı Kuramın Kapsamı ve Önemi
Burada ifade edildiği gibi, Neoklasik paradigmanın oluşumunda Jevons ve Menger'den bağımsız hareket eden Walras'ta öznel değer kuramı olabildiğince karmaşık bir şekil sergilerken, üretim açısından son tahlilde Walras tarafından basitleştirilmiş şu fikir önem kazanmaktadır: Belli bir yatırım tipine öyle ilaveler yapılmalıdır ki, her ek faktörün marjinal verimliliği piyasa faiz haddine eşit olsun. Bu düşünce, tüketici maksimizasyonu veya en iyileştirmesi (optimalitesi) yaklaşımından daha önemli olan marjinal verimlilik teorisinin ilk taslağının ortaya çıkması demektir. Yani, her üretim dalında denge durumuna göre üretim faktörlerinin marjinal verimlilikleri ölçüsünde pay alması ya da fiyatlandılmış olmaları, sektör ve verimlilik düzeyindeki farklılıklardan dolayı, aynı parasal değerlerin yaratılamayacağı düşüncesini doğurmuştur.
Walrasçı çözümleme, kuşkusuz yukarıda zikredilen yöntem arayışlanndan dolayı iktisat biliminin gelişmesine büyük katkılar sağlamıştır. Ancak, oldukça önemli bir çözümleme aracı olan denklem sistemlerinden ortaya çıkmış girdi-çıktı tablosu Denis'in ifadesiyle, serbest piyasa ekonomilerinde bir çözümleme tekniği olarak değil, planlı sosyalist ekonomilerde yarar sağlayan bir yöntem olarak büyük yararlar sağlamıştır. Walras'ın çabaları, hem aynı anda pazar ekonomisinde gözlemlenebilir iktisadi olaylar bütününü açıklamaya, hem de liberal öğretinin doğrulanmasına yönelik ise de, bugün bu girişimlerin başarılı olduğunu söylemek güçtür. Walras'ın çağdaş hayranlarından olan J. R. Hicks, Walrasçı sistemin kısırlığından söz ederken, şöyle demektedir: Bu yapı, bütünü içinde insanın hayal gücünü doyuran büyüleyici bir saray etkisi uyandırmakla birlikte, temel sorunları çözmede yetersiz kalmaktadır.
Yine Walras, tüketicilerin tükettikleri malların marjinal faydalarını (ki Walras bunu, malların az bulunurluğu diye adlandırıyor) mallann fiyatları oranına eşitledikleri noktada, mübadele değerlerinin oluştuğunu, bunun aynı zamanda kıtlık olgusunu da açıkladığını belirtirken şöyle demektedir: Kıtlık faktörüyle açıklanan mübadele değeri, ancak iki olay bir arada bulunur ve değerler kesin orantılarla belirlenirse, mübadele değeri kıtlık faktörüyle açıklanmış olur ki böyle bir fiyat belirleme süreci de maliyet unsurunu yeniden ortaya çıkarır.
Kaynak
http://ansiklopedi.turkcebilgi.com/Leon_Walras_ve_Genel_Denge
Matematik okul diye anılan Lozan Okulu'nun kurucusu olan Leon Walras (Fransızcada Léon Walras), Salt Politik İktisadın Unsurları (Eléments d'économie politique pure, 1874) ve Uygulamalı Politik İktisat Çalışmaları (Études d'économie politique appliquée, 1898) adlı eserleriyle tanınmıştır. Walras, Fransız olmakla birlikte Lozan'da ün kazanmıştır. Çözümlemelerini matematiksel fonksiyon ve denklemler sistemi ile açıklayan Walras, tüketilen mal miktarı ile sağlanan fayda arasındaki ters ilişkiyi yorumlarken, faydanın mal miktarının azalan bir fonksiyonu olduğunu açıklamıştır.
U = f(Q)
Daha önemlisi, iktisadi olayları açıklamada neden-sonuç ilişkilerini gösteren kavramları incelemenin yanı sıra, değişkenler arasında karşılıklı bağımlılık sürecini açıklayan fonksiyonel kavramlaşmaya önemli katkılar sağlamıştır. Örneğin, genel piyasa dengesi açısından, fiyatlarla arz miktarı arasındaki neden-sonuç ilişkisinin (Qs = f(P)) tek yanlı açıklanamayacağını, arz miktarının da fiyatları belirlediğini (P = f(Qs)) söylemiştir. Bu çerçevede Qd = f(P) iken, yalıtılmış bir piyasa modelini dikkate aldığımızda, denge koşulu, Qd = Qs biçiminde ya da E'nin fazla talebi gösterdiği varsayıldığında, tek bir denklemle EQd - Qs = 0 biçiminde gösterilebilir. Birbiriyle karşılıklı olarak bağımlı olan bir çok mal eşanlı olarak ele alındıklarında ise, denge, modelde yer alan hiçbir mal için fazla talep olmamasını gerektirecektir. Çünkü, tek bir mal bile fazla taleple karşı karşıya kaldığında, bu malın fiyat uyumlanması, öteki malların talep ve arzlarını zorunlu olarak etkileyecek ve böylece tüm fiyatlarda değişikliklere yol açacaktır. Buna bağlı olarak, n mallı piyasa modelinin denge koşulu, EtQdi - Qsi = 0 (i = l, 2, ..., n) biçiminde n tane denklemden oluşacaktır. Söz konusu modelin çözümlenebilmesi (varsa), denge koşulunu yansıtan n denklemin eşanlı olarak çözümünü sağlayan sabit bir fiyat kümesini (Pt) ve buna karşılık gelen sabit miktar kümesinin (Qt) varlığını gerektirecektir.
Walrasçı Kuramın Kapsamı ve Önemi
Burada ifade edildiği gibi, Neoklasik paradigmanın oluşumunda Jevons ve Menger'den bağımsız hareket eden Walras'ta öznel değer kuramı olabildiğince karmaşık bir şekil sergilerken, üretim açısından son tahlilde Walras tarafından basitleştirilmiş şu fikir önem kazanmaktadır: Belli bir yatırım tipine öyle ilaveler yapılmalıdır ki, her ek faktörün marjinal verimliliği piyasa faiz haddine eşit olsun. Bu düşünce, tüketici maksimizasyonu veya en iyileştirmesi (optimalitesi) yaklaşımından daha önemli olan marjinal verimlilik teorisinin ilk taslağının ortaya çıkması demektir. Yani, her üretim dalında denge durumuna göre üretim faktörlerinin marjinal verimlilikleri ölçüsünde pay alması ya da fiyatlandılmış olmaları, sektör ve verimlilik düzeyindeki farklılıklardan dolayı, aynı parasal değerlerin yaratılamayacağı düşüncesini doğurmuştur.
Walrasçı çözümleme, kuşkusuz yukarıda zikredilen yöntem arayışlanndan dolayı iktisat biliminin gelişmesine büyük katkılar sağlamıştır. Ancak, oldukça önemli bir çözümleme aracı olan denklem sistemlerinden ortaya çıkmış girdi-çıktı tablosu Denis'in ifadesiyle, serbest piyasa ekonomilerinde bir çözümleme tekniği olarak değil, planlı sosyalist ekonomilerde yarar sağlayan bir yöntem olarak büyük yararlar sağlamıştır. Walras'ın çabaları, hem aynı anda pazar ekonomisinde gözlemlenebilir iktisadi olaylar bütününü açıklamaya, hem de liberal öğretinin doğrulanmasına yönelik ise de, bugün bu girişimlerin başarılı olduğunu söylemek güçtür. Walras'ın çağdaş hayranlarından olan J. R. Hicks, Walrasçı sistemin kısırlığından söz ederken, şöyle demektedir: Bu yapı, bütünü içinde insanın hayal gücünü doyuran büyüleyici bir saray etkisi uyandırmakla birlikte, temel sorunları çözmede yetersiz kalmaktadır.
Yine Walras, tüketicilerin tükettikleri malların marjinal faydalarını (ki Walras bunu, malların az bulunurluğu diye adlandırıyor) mallann fiyatları oranına eşitledikleri noktada, mübadele değerlerinin oluştuğunu, bunun aynı zamanda kıtlık olgusunu da açıkladığını belirtirken şöyle demektedir: Kıtlık faktörüyle açıklanan mübadele değeri, ancak iki olay bir arada bulunur ve değerler kesin orantılarla belirlenirse, mübadele değeri kıtlık faktörüyle açıklanmış olur ki böyle bir fiyat belirleme süreci de maliyet unsurunu yeniden ortaya çıkarır.
Kaynak
http://ansiklopedi.turkcebilgi.com/Leon_Walras_ve_Genel_Denge
Devamını okuyun...>>
Carl Menger
Carl Menger
1871 yılının ilkbahar ayında Albert Schäffle Viyana Üniversitesi’ndeki profesörlük işini bırakarak Kont Hohenwart kabinesinde maliye bakanlığı görevini üstlendi. Schäffle’in kariyeri açısından bu pek uygun bir karar sayılmazdı, zira üzerinden bir sene geçmeden kabine düştü ve kendisi işsiz kaldı. Schäffle hayatının geri kalanı boyunca bir daha ne akademik görevde ne de devlet görevinde bulundu. Yine de kabinede geçirdiği birkaç ay kendisine ömür boyu sürecek bir emekli aylığı bağlanmasına yetmişti.
Ancak Schäffle’in bu kararı o dönem 31 yaşındaki genç bir ekonomi muhabiri olan Carl Menger’in ileride işine yarayacaktı. 1840 yılında doğan Menger üniversitede hukuk ve siyaset bilimi okumuş, 1867’de hukuk doktorası almıştı. Bunun takip eden dört sene boyunca Viyana’nın önce gelen gazetelerinden biri olan Wiener Zeitung’da ekonomi muhabirliği yapmış, ardından başbakanlık ofisinin basın bürosunda muhabir olarak çalışmaya başlamıştı. Burada iktisadî koşullar ve borsa haberlerinden sorumluydu ve sıklıklar gazete yazıları yazmaya devam ediyordu.
Menger basın bürosunda çalışırken bir yandan da başyapıtı olacak Principles of Economics (Grundätze der Volkwirthschaftslehre) adlı kitabını yazıyordu. Yayınladığı 1871 yılında kitabını Viyana Üniversitesi’ne sundu ve işinden istifa ederek üniversitede Privatdozent oldu. Bu sayede Schäffle’den boşalmış koltuğa 1873 yılında Dozent olarak atandı. Menger’in 33 gibi genç bir yaşta bu makama atanması önemli bir olaydı, zira kendisi burada popüler bir öğretmen olarak ün kazanacak ve 1876’da Avusturya imparatoru tarafından 18 yaşındaki Arşidük Rudolf’a özel öğretmenlik yapmakla görevlendirilecekti.[1] Üniversitede profesör olarak edindiği konum Menger’e büyük bir güç de kazandırmıştı. Fakülteye Privatdozent olarak kimlerin görevlendirileceğine dair önerilerde bulunuyor, imparatora da yapacağı atamalara ilişkin tavsiyeler veriyordu.
O dönem Almanya’da hâkim olan Alman Tarihçi Okulu’nun üyeleri İngiliz Aydınlanması’na ve Klasik İktisat’a karşı çıkıyor, Smith, Ricardo ve Malthus’un tümdengelimci yönteminden ve laissez faire’den hoşlanmıyorlardı. Onlara göre siyasetten, geleneklerden ve yasal sistemden ayrı olan iktisadî bilimsel yasalar olamazdı. Ancak tarihsel incelemeler yoluyla iktisadî konularda birtakım sonuçlara ulaşmak mümkündü. Menger kitabının Tarihçi Okul tarafından ilgi göreceğini umuyordu; hatta Grundätze’yi okulun önde gelen ismi Wilhelm Roscher’e atfetmişti. Fakat Tarihçi Okul’un kitabını önemsememesi ve her türden teoriye kaşı çıkarak tarihsel çalışmaları vurgulaması, Menger’i üç cilt olarak planladığı kitabını bırakmaya ve iktisadın yöntemsel temellerini ele aldığı yeni bir kitap yazmaya yöneltti.[2] Menger’in fikirlerinin ilk defa öne çıkmaya başlaması da bu ikinci kitabıyla Tarihçi Okul ile, özellikle de Gutsav Schmöller ile giriştiği yöntem tartışması (Methodenstreit) sırasında oldu. Bu açıdan 1870’li ve 1880’li yıllar Avusturya Okulu’nun kuluçka yılları olarak nitelendirilebilir.[3]
Devamını okuyun...>>
1871 yılının ilkbahar ayında Albert Schäffle Viyana Üniversitesi’ndeki profesörlük işini bırakarak Kont Hohenwart kabinesinde maliye bakanlığı görevini üstlendi. Schäffle’in kariyeri açısından bu pek uygun bir karar sayılmazdı, zira üzerinden bir sene geçmeden kabine düştü ve kendisi işsiz kaldı. Schäffle hayatının geri kalanı boyunca bir daha ne akademik görevde ne de devlet görevinde bulundu. Yine de kabinede geçirdiği birkaç ay kendisine ömür boyu sürecek bir emekli aylığı bağlanmasına yetmişti.
Ancak Schäffle’in bu kararı o dönem 31 yaşındaki genç bir ekonomi muhabiri olan Carl Menger’in ileride işine yarayacaktı. 1840 yılında doğan Menger üniversitede hukuk ve siyaset bilimi okumuş, 1867’de hukuk doktorası almıştı. Bunun takip eden dört sene boyunca Viyana’nın önce gelen gazetelerinden biri olan Wiener Zeitung’da ekonomi muhabirliği yapmış, ardından başbakanlık ofisinin basın bürosunda muhabir olarak çalışmaya başlamıştı. Burada iktisadî koşullar ve borsa haberlerinden sorumluydu ve sıklıklar gazete yazıları yazmaya devam ediyordu.
Menger basın bürosunda çalışırken bir yandan da başyapıtı olacak Principles of Economics (Grundätze der Volkwirthschaftslehre) adlı kitabını yazıyordu. Yayınladığı 1871 yılında kitabını Viyana Üniversitesi’ne sundu ve işinden istifa ederek üniversitede Privatdozent oldu. Bu sayede Schäffle’den boşalmış koltuğa 1873 yılında Dozent olarak atandı. Menger’in 33 gibi genç bir yaşta bu makama atanması önemli bir olaydı, zira kendisi burada popüler bir öğretmen olarak ün kazanacak ve 1876’da Avusturya imparatoru tarafından 18 yaşındaki Arşidük Rudolf’a özel öğretmenlik yapmakla görevlendirilecekti.[1] Üniversitede profesör olarak edindiği konum Menger’e büyük bir güç de kazandırmıştı. Fakülteye Privatdozent olarak kimlerin görevlendirileceğine dair önerilerde bulunuyor, imparatora da yapacağı atamalara ilişkin tavsiyeler veriyordu.
O dönem Almanya’da hâkim olan Alman Tarihçi Okulu’nun üyeleri İngiliz Aydınlanması’na ve Klasik İktisat’a karşı çıkıyor, Smith, Ricardo ve Malthus’un tümdengelimci yönteminden ve laissez faire’den hoşlanmıyorlardı. Onlara göre siyasetten, geleneklerden ve yasal sistemden ayrı olan iktisadî bilimsel yasalar olamazdı. Ancak tarihsel incelemeler yoluyla iktisadî konularda birtakım sonuçlara ulaşmak mümkündü. Menger kitabının Tarihçi Okul tarafından ilgi göreceğini umuyordu; hatta Grundätze’yi okulun önde gelen ismi Wilhelm Roscher’e atfetmişti. Fakat Tarihçi Okul’un kitabını önemsememesi ve her türden teoriye kaşı çıkarak tarihsel çalışmaları vurgulaması, Menger’i üç cilt olarak planladığı kitabını bırakmaya ve iktisadın yöntemsel temellerini ele aldığı yeni bir kitap yazmaya yöneltti.[2] Menger’in fikirlerinin ilk defa öne çıkmaya başlaması da bu ikinci kitabıyla Tarihçi Okul ile, özellikle de Gutsav Schmöller ile giriştiği yöntem tartışması (Methodenstreit) sırasında oldu. Bu açıdan 1870’li ve 1880’li yıllar Avusturya Okulu’nun kuluçka yılları olarak nitelendirilebilir.[3]
Grundätze’de Yöntem
Günümüzde Avusturya Okulu’nun çıkış noktası olarak Menger’in 1871 tarihli kitabı gösterilir, ancak kitabını yayınlarken Menger’in aklında bir iktisat okulu kurmak niyeti yoktu. Amacı, iktisat teorisini klasik iktisatçıların öğretilerinden daha farklı ve sağlam temellere oturtmaktı. Başlıca hedefini iktisadî fenomenleri yöneten değişmez ilkeleri ya da kanunları bulmak oluşturuyordu. Nitekim “İktisadi ilişkiler için gerekli bilimsel temele olan ihtiyaç, hiç böylesine geniş ve kuvvetli bir şekilde duyulmamıştı.”[4] Dolayısıyla Menger için Grundätze bir ders kitabıydı ve iktisat bilimi için gerekli olan bilimsel ve teorik temelleri verecekti.
Menger Tarihçi Okul ile tartışmasında Avusturya Okulu’nun temellerini geliştirirken aynı zamanda 1870’lerde başlayan marjinalist devrimin üç öncüsünden biri hâline geliyordu. Bu devrimin iktisadî düşünceye getirdiği yenilik, malların değerlerinin, onların maliyetlerinin bir fonksiyonu olarak görülmesi yerine, tüketicilerin yaptıkları öznel değerlendirmelerin vasıtasıyla belirlendiği görüşüydü. İngiltere’de Stanley Jevons İngiliz faydacılığından hareketle, iktisat teorisinin temel meselesinin kaynakların etkin dağılımı olduğunu vurguluyor, bireylerin davranışları yerine bireylerin toplamının incelenmesi gerektiğini düşünüyordu. Jevons’ın amacı Ricardo ve J. S. Mill’in “otoritelerinin zararlı etkilerini” yıkmaktı. Fransa’da Lèon Walras birbirlerinden bağımsız olan çok sayıda faaliyetin yönlendirdiği bir ekonomide bu faaliyetlerin arasındaki tutarlılığı göstermeye çalışıyordu. Walras’a göre iktisatçıların amacı bireysel davranışları incelemek değil, bireysel mübadelelerin nasıl oluştuğunu keşfetmekti.[5]
Jevons ve Walras’dan farklı olarak, Menger için önemli olan şey insan ihtiyaçları ile bu ihtiyaçların karşılanmasına yönelik bireysel faaliyetlerdi. Bu nedenle iktisadın konusu amaçlı insan faaliyetleri ve bunların sonuçları, tahlil yöntemi de yöntemsel bireycilik olmalıydı. İktisadî faaliyetleri ardışık nedensellikler zinciri olarak gören Menger, klasik iktisatçıların yaptığı gibi işbölümü üzerine yoğunlaşmak yerine, malların niteliğini tartışmakla işe başladı. Zira Menger’in nedensellikler zincirinin başlangıç noktası insan ihtiyaçlarıydı. Bu açıdan bakıldığında, bu tahlilin çıkış noktasını bireylerin ihtiyaçları ile bunları karşılama niteliğine sahip mallar arasındaki ilişki oluşturuyordu. Bu malların miktarı bireylerin ihtiyaçlarını karşılayacak miktardan az olduğu zaman iktisadîleştirme (tasarruflu kullanma) faaliyeti başlıyordu. Diğer bir ifadeyle, faydalarını maksimize etmeye çalışan bireyler kıtlıkla karşılaşıyor ve bu da tercihlerin yapılmasını gerektiriyordu. Malların öznel olarak değerlendirilmesi, bunların fiyatlarının belirlenmesi, ticaret ve para gibi kurumların ortaya çıkışı da hep bu iktisadîleştirme mantığından kaynaklanıyordu.[6]
Menger Tarihçi Okul ile tartışmasında Avusturya Okulu’nun temellerini geliştirirken aynı zamanda 1870’lerde başlayan marjinalist devrimin üç öncüsünden biri hâline geliyordu. Bu devrimin iktisadî düşünceye getirdiği yenilik, malların değerlerinin, onların maliyetlerinin bir fonksiyonu olarak görülmesi yerine, tüketicilerin yaptıkları öznel değerlendirmelerin vasıtasıyla belirlendiği görüşüydü. İngiltere’de Stanley Jevons İngiliz faydacılığından hareketle, iktisat teorisinin temel meselesinin kaynakların etkin dağılımı olduğunu vurguluyor, bireylerin davranışları yerine bireylerin toplamının incelenmesi gerektiğini düşünüyordu. Jevons’ın amacı Ricardo ve J. S. Mill’in “otoritelerinin zararlı etkilerini” yıkmaktı. Fransa’da Lèon Walras birbirlerinden bağımsız olan çok sayıda faaliyetin yönlendirdiği bir ekonomide bu faaliyetlerin arasındaki tutarlılığı göstermeye çalışıyordu. Walras’a göre iktisatçıların amacı bireysel davranışları incelemek değil, bireysel mübadelelerin nasıl oluştuğunu keşfetmekti.[5]
Jevons ve Walras’dan farklı olarak, Menger için önemli olan şey insan ihtiyaçları ile bu ihtiyaçların karşılanmasına yönelik bireysel faaliyetlerdi. Bu nedenle iktisadın konusu amaçlı insan faaliyetleri ve bunların sonuçları, tahlil yöntemi de yöntemsel bireycilik olmalıydı. İktisadî faaliyetleri ardışık nedensellikler zinciri olarak gören Menger, klasik iktisatçıların yaptığı gibi işbölümü üzerine yoğunlaşmak yerine, malların niteliğini tartışmakla işe başladı. Zira Menger’in nedensellikler zincirinin başlangıç noktası insan ihtiyaçlarıydı. Bu açıdan bakıldığında, bu tahlilin çıkış noktasını bireylerin ihtiyaçları ile bunları karşılama niteliğine sahip mallar arasındaki ilişki oluşturuyordu. Bu malların miktarı bireylerin ihtiyaçlarını karşılayacak miktardan az olduğu zaman iktisadîleştirme (tasarruflu kullanma) faaliyeti başlıyordu. Diğer bir ifadeyle, faydalarını maksimize etmeye çalışan bireyler kıtlıkla karşılaşıyor ve bu da tercihlerin yapılmasını gerektiriyordu. Malların öznel olarak değerlendirilmesi, bunların fiyatlarının belirlenmesi, ticaret ve para gibi kurumların ortaya çıkışı da hep bu iktisadîleştirme mantığından kaynaklanıyordu.[6]
Amaçlanmamış Sonuçlar
Grundätze’deki bir diğer tema, iktisadîleştirme yapan bireylerin faaliyetlerinin, bu bireylerin başlangıçta amaçladıklarının daha da ötesinde birtakım etkiler yaratmasıydı. Bunun açıklamak için üç örnek verelim.
Ticaret. Birbirleriyle komşu olan iki çiftçiden birinin inek, ötekinin de at yetiştirdiğini düşünelim. Bir süre sonra ilk çiftçi daha fazla at, ikincisi de daha fazla inek ister hâle gelsin. Diğer bir ifadeyle, her ikisi de ellerindeki malların son birimlerini daha farklı değerlendirmeye başlasınlar. Bu durum, iki çiftçinin arasında ineklerin ve atların değiş tokuş edildiği bir değişim ilişkisine yol açacaktır. Eğer iki çiftçinin her mal birimine hangi değeri verdiğini öğrenebilirsek, bu değişim ilişkisinin hangi noktada duracağını bulabiliriz. Dolayısıyla, son mal biriminden elde edilen kazanç, vazgeçilen son birimin kaybından daha fazla olmadığında değişim ilişkisi son bulacaktır. Bu durum işin marjinalist yanını gösteriyor. Öte yandan, Avusturya İktisadı’nda sıkça bahsedilen “amaçlanmamış sonuçlar” ticaretin kökeniyle ilişkilidir. Menger burada, Adam Smith’in ticaretin ortaya çıkışını insanların bir nesneyi diğeriyle takas ve mübadele etme eğilimiyle açıklamasına itiraz ediyor. Eğer böyle bir eğilim mevcut ise, çiftçilerin aynı inek ve atları tekrar tekrar değişmeleri ve her değiş tokuşta yeni bir heyecan duymaları gerekirdi. Gerçi ticaretin kökeni her halükârda insan eğiliminde yatmaktadır, ancak bu eğilim ticarete olan düşkünlükle ilişkili değildir. Ticaretin kökenini oluşturan şey, insanların kendi ihtiyaçlarını, bu iş için mevcut olan mal miktarı belli iken, mümkün olan en yüksek seviyede karşılama arzularıdır. Bu arzu da iki farklı kişi kendi mallarının marjinal birimlerini farklı şekilde değerlendirdiklerinde ticarete yol açar.[7]
Para.Dolayısıyla, iktisadîleştirme faaliyeti içerisinde olan kişiler ticaretle ilişkili hâle gelirler. Ancak ihtiyaçlar karşılıklı olarak uyuşmadıklarında durum ne olacaktır? Bir kişinin elinde bira varken, bunu isteyen diğer kişinin elinde birayı verecek kişinin istediği ayakkabı yoksa ne yapılacaktır? Bira isteyen kişinin seramik tabaklar yaptığını düşünelim. Bu kişi, isteyeni olduğunda elindeki tabakları değişebilecektir. Bununla birlikte, bu değişim mümkün olmadığında iktisadîleştirme faaliyetini durduracak değildir, çünkü amacı ihtiyaçlarını mümkün olan en yüksek miktarda karşılamaktır. Bu durumda, elindeki tabakları piyasada değişilme şansı daha fazla olan diğer mallar ile değiş tokuş etmeye çalışacaktır. Bu sayede edineceği malları da kendi ihtiyaçlarını karşılamak için kullanacağı mallarla değişecektir. Zaman geçtikçe, değişilme şansı daha fazla olan bu mallar, ticarette geniş ölçüde kabul gördüklerinden dolayı insanlar tarafından daha fazla talep edileceklerdir. Bu muhakeme süreci sonuna kadar götürüldüğünde ortaya çıkan şey,ticarette herkesçe kabul gören tek bir mal, tüm mallar arasında en fazla değişilme olanağına sahip olan bir mal, yani para olacaktır. Paranın biçimi toplumdan topluma değişmekle birlikte, para, her yerde, ticaret yapan insanların iktisadîleştirme faaliyetlerinin bir sonucu olarak ortaya çıkar.[8]
Tekel ve rekabet. Bir üretici yeni bir malı piyasaya sürer sürmez bir dağılım sorunu ile karşılaşılır. Malın mevcut arzı, bu malı isteyen her kişiye yetmeyecektir. O zaman mevcut malları kimler satın alacaktır? En yüksek kazancı elde etmek isteyen bir tekelci sorunu kısa yoldan, fiyatlarını yükselterek çözecektir. Böylece belirli bir dönemdeki (örneğin bir haftalık) çıktı akışını tüketecek en yüksek fiyatı bulmaya çalışacaktır. Bununla birlikte, fiyat artışı uzun dönemde istikrarlı bir çözüm yolu değildir. Zira yüksek fiyatlar kendi kazançlarını arttırmak isteyen yeni üreticileri piyasaya çekecektir. Bu arada, fiyat artışlarından ve tekelci faaliyetlerden hoşnut olmayan tüketiciler daha düşük fiyatlı malları bulmak için piyasayı araştıracaklardır. Düşük fiyatları bulmak, piyasaya yeni üreticiler girip mal arzı arttıkça ve fiyatlar düştükçe daha kolay hâle gelecektir. Dahası, zaman geçtikçe mallar “daha alt düzeydeki toplumsal sınıflar” için de satın alınabilir olacaktır. Dolayısıyla, tekeli doğal olarak takip eden şey rekabetin kendisidir. Rekabet beraberinde üretim artışını ve fiyat düşüşünü getirmektedir. Ancak, tüm bunların doğal yoldan meydana gelebilmesi için, devletin tekelci üreticiyi himaye etmemesi gerekir.[9]
Bu üç farklı durumda ortak olan şey, bunların “ görünmez el ile yapılan açıklamalara” birer örnek oluşturmalarıdır. Buna göre, bireylerin iktisadîleştirme faaliyetleri, engellenmedikleri sürece amaçlanmamış ve faydalı sonuçlar verir. Bu faydaların bazıları doğrudan doğruya malların üretimiyle ilgilidir, çünkü iktisadîleştirme vasıtasıyla piyasaya yeni mallar gelmekte, tüm malların kalitesi artmakta ve daha fazla mal üretilmektedir. Bu faydalar aynı zamanda insanların hem şimdiki hem de gelecekteki ihtiyaçları ve bunları karşılayacak araçlar hakkında daha iyi nitelikteki bilgileri de içerir. Bu faydalar nihayetinde toplumun tüm katmanlarına yayılmaktadır. Bunların arasında belki de en önemli olanı, mal arzının artmasının – Menger’in ifadesiyle – “medeniyetin ilerlemesi” üzerinde olumlu sonuçlar yaratmasıdır.[10]
Ticaret. Birbirleriyle komşu olan iki çiftçiden birinin inek, ötekinin de at yetiştirdiğini düşünelim. Bir süre sonra ilk çiftçi daha fazla at, ikincisi de daha fazla inek ister hâle gelsin. Diğer bir ifadeyle, her ikisi de ellerindeki malların son birimlerini daha farklı değerlendirmeye başlasınlar. Bu durum, iki çiftçinin arasında ineklerin ve atların değiş tokuş edildiği bir değişim ilişkisine yol açacaktır. Eğer iki çiftçinin her mal birimine hangi değeri verdiğini öğrenebilirsek, bu değişim ilişkisinin hangi noktada duracağını bulabiliriz. Dolayısıyla, son mal biriminden elde edilen kazanç, vazgeçilen son birimin kaybından daha fazla olmadığında değişim ilişkisi son bulacaktır. Bu durum işin marjinalist yanını gösteriyor. Öte yandan, Avusturya İktisadı’nda sıkça bahsedilen “amaçlanmamış sonuçlar” ticaretin kökeniyle ilişkilidir. Menger burada, Adam Smith’in ticaretin ortaya çıkışını insanların bir nesneyi diğeriyle takas ve mübadele etme eğilimiyle açıklamasına itiraz ediyor. Eğer böyle bir eğilim mevcut ise, çiftçilerin aynı inek ve atları tekrar tekrar değişmeleri ve her değiş tokuşta yeni bir heyecan duymaları gerekirdi. Gerçi ticaretin kökeni her halükârda insan eğiliminde yatmaktadır, ancak bu eğilim ticarete olan düşkünlükle ilişkili değildir. Ticaretin kökenini oluşturan şey, insanların kendi ihtiyaçlarını, bu iş için mevcut olan mal miktarı belli iken, mümkün olan en yüksek seviyede karşılama arzularıdır. Bu arzu da iki farklı kişi kendi mallarının marjinal birimlerini farklı şekilde değerlendirdiklerinde ticarete yol açar.[7]
Para.Dolayısıyla, iktisadîleştirme faaliyeti içerisinde olan kişiler ticaretle ilişkili hâle gelirler. Ancak ihtiyaçlar karşılıklı olarak uyuşmadıklarında durum ne olacaktır? Bir kişinin elinde bira varken, bunu isteyen diğer kişinin elinde birayı verecek kişinin istediği ayakkabı yoksa ne yapılacaktır? Bira isteyen kişinin seramik tabaklar yaptığını düşünelim. Bu kişi, isteyeni olduğunda elindeki tabakları değişebilecektir. Bununla birlikte, bu değişim mümkün olmadığında iktisadîleştirme faaliyetini durduracak değildir, çünkü amacı ihtiyaçlarını mümkün olan en yüksek miktarda karşılamaktır. Bu durumda, elindeki tabakları piyasada değişilme şansı daha fazla olan diğer mallar ile değiş tokuş etmeye çalışacaktır. Bu sayede edineceği malları da kendi ihtiyaçlarını karşılamak için kullanacağı mallarla değişecektir. Zaman geçtikçe, değişilme şansı daha fazla olan bu mallar, ticarette geniş ölçüde kabul gördüklerinden dolayı insanlar tarafından daha fazla talep edileceklerdir. Bu muhakeme süreci sonuna kadar götürüldüğünde ortaya çıkan şey,ticarette herkesçe kabul gören tek bir mal, tüm mallar arasında en fazla değişilme olanağına sahip olan bir mal, yani para olacaktır. Paranın biçimi toplumdan topluma değişmekle birlikte, para, her yerde, ticaret yapan insanların iktisadîleştirme faaliyetlerinin bir sonucu olarak ortaya çıkar.[8]
Tekel ve rekabet. Bir üretici yeni bir malı piyasaya sürer sürmez bir dağılım sorunu ile karşılaşılır. Malın mevcut arzı, bu malı isteyen her kişiye yetmeyecektir. O zaman mevcut malları kimler satın alacaktır? En yüksek kazancı elde etmek isteyen bir tekelci sorunu kısa yoldan, fiyatlarını yükselterek çözecektir. Böylece belirli bir dönemdeki (örneğin bir haftalık) çıktı akışını tüketecek en yüksek fiyatı bulmaya çalışacaktır. Bununla birlikte, fiyat artışı uzun dönemde istikrarlı bir çözüm yolu değildir. Zira yüksek fiyatlar kendi kazançlarını arttırmak isteyen yeni üreticileri piyasaya çekecektir. Bu arada, fiyat artışlarından ve tekelci faaliyetlerden hoşnut olmayan tüketiciler daha düşük fiyatlı malları bulmak için piyasayı araştıracaklardır. Düşük fiyatları bulmak, piyasaya yeni üreticiler girip mal arzı arttıkça ve fiyatlar düştükçe daha kolay hâle gelecektir. Dahası, zaman geçtikçe mallar “daha alt düzeydeki toplumsal sınıflar” için de satın alınabilir olacaktır. Dolayısıyla, tekeli doğal olarak takip eden şey rekabetin kendisidir. Rekabet beraberinde üretim artışını ve fiyat düşüşünü getirmektedir. Ancak, tüm bunların doğal yoldan meydana gelebilmesi için, devletin tekelci üreticiyi himaye etmemesi gerekir.[9]
Bu üç farklı durumda ortak olan şey, bunların “ görünmez el ile yapılan açıklamalara” birer örnek oluşturmalarıdır. Buna göre, bireylerin iktisadîleştirme faaliyetleri, engellenmedikleri sürece amaçlanmamış ve faydalı sonuçlar verir. Bu faydaların bazıları doğrudan doğruya malların üretimiyle ilgilidir, çünkü iktisadîleştirme vasıtasıyla piyasaya yeni mallar gelmekte, tüm malların kalitesi artmakta ve daha fazla mal üretilmektedir. Bu faydalar aynı zamanda insanların hem şimdiki hem de gelecekteki ihtiyaçları ve bunları karşılayacak araçlar hakkında daha iyi nitelikteki bilgileri de içerir. Bu faydalar nihayetinde toplumun tüm katmanlarına yayılmaktadır. Bunların arasında belki de en önemli olanı, mal arzının artmasının – Menger’in ifadesiyle – “medeniyetin ilerlemesi” üzerinde olumlu sonuçlar yaratmasıdır.[10]
Subjektivizm
Menger Grundätze’de çeşitli toplumsal ve iktisadî kurumların kökenlerini açıklamasını sağlayan bazı bilimsel yasaları tanımladığını ileri sürüyor ve bu iş için subjektivizmden yararlanıyordu. Subjektivizm terimi, bireylerin kendi ihtiyaçlarını karşılayacaklarını düşündükleri nesneler hakkında yaptıkları öznel değerlendirmelerin tüm iktisadî faaliyetin kökenini oluşturduğunu ifade etmektedir.
Menger’in subjektivizmi kullandığı nedensellik zincirinin hemen başında ortaya çıkar. Nitekim kitabının başında malın tanımını verirken subjektivizmi kullanmaktadır. Menger’e göre, karşılayabilecekleri insan ihtiyaçları ile ilişki kurma becerisine sahip olan nesneler faydalı nesnelerdir. Nedensellik açısından bakıldığında, faydalı nesneler bireylerin ihtiyaçlarıyla nedensellik ilişkisine girdikleri anda ortaya çıkan şey mallardır. Bununla birlikte, her faydalı nesne mal değildir. Bir nesnenin mal sayılabilmesi için aynı anda dört özelliğe sahip olması gerekir: (a) söz konusu nesneyi gerektiren bir insan ihtiyacı olmalıdır; (b) nesnenin, ihtiyacı karşılanmasıyla nedensel ilişki kurmasını sağlayan birtakım özellikleri olmalıdır; (c) bu nedensellik ilişkisi bireyler tarafından bilinmelidir; (d) nesne, ihtiyacı karşılayacak şekilde kullanılabilmelidir.[11] Bunun ardından Menger tüm mal ve hizmetlerin bir dizi üretim sürecinden geçtiğini belirterek mallar arasında bir ayrıma gidiyor. Buna göre, insan ihtiyaçlarını doğrudan karşılayan tüketim malları “birinci dereceden” ya da “alt düzey” mallardır.[12] Bu alt düzey malların üretimi için kullanılan üretim malları da “ikinci dereceden” ya da “üst düzey” mallardır.[13] Sonuç itibariyle, mallar, onların niteliklerini bilen ve onları kendi ihtiyaçlarını karşılamak için kullanma becerisine sahip olan insanlar olmadan mal özelliğini kazanamazlar. Malların kendi ihtiyaçlarını karşılama becerileri hakkında öznel değerlendirmeler yapan insanlar olmadan malların olması da mümkün değildir.
Smith ve Ricardo gibi klasik iktisatçılar talep yönlü değişkenlerin mübadele-değerlerinin belirlenmesinde herhangi bir işleve sahip olmadığını düşünmüşlerdir. Malların mübadele-değerleri onların uzun dönemdeki normal fiyatları ya da üretim maliyetlerince belirleniyordu. Kimi durumlarda bu maliyete malın rant, ücret ve kâr unsurlarının toplanmasıyla ulaşılıyordu. Ricardo’nun değer teorisine göre göreli fiyatlar iki malda içerilmiş olan emek miktarını gösteriyordu. Elmas-su paradoksunda olduğu gibi, kullanım-değeri klasik iktisatçılar açısından özneldi, fakat mübadele-değeri malın maliyet tutarına bağlıydı. Bu açıdan malın değeri malın içindeydi ve üretimin tarihsel geçmişi tarafından belirleniyordu. Klasiklerin bu görüşlerine katılmayan Menger’e göre, Klasik İktisat’a dayanmak iktisat bilimini bilimsel temellere muhtaç kılmıştı. Mal olma niteliğine sahip nesnelerin ve iktisadî malların değerleri onların içerisinde yer almıyordu; bu değer, malların insan ihtiyaçları ile belirli bir ilişkiye girmesinden kaynaklanıyordu. Tüketim mallarının (birinci dereceden mallar) değerlerinin bu malların üretiminde kullanılan girdilerin (üst düzey mallar) değerlerine bağlı olduğuna ilişkin klasik görüş “gerçek ilişkinin tam tersini” ifade ediyordu. Oysa üst düzey mallar değerlerini birinci dereceden üretimiyle birleştirilme becerilerine borçluydular.
Menger mübadele-değerinin kaynağını bu şekilde açıklarken aynı zamanda değer ve maliyet arasındaki nedensellik ilişkisini de tersine çeviriyor, girdilerin değerlerini çıktıların değerine bağlıyordu. Menger’e göre,
Bu durumda, bir malın değerinde belirleyici olan unsur, ne o malın üretimi için gerekli olan emek ve diğer malların miktarıdır, ne de bunların o malın yeniden üretimi için gerekli olan miktarlarıdır. Bu unsur daha ziyade, o malın kullanımına bağlı olduğunu bildiğimiz doyumların sahip oldukları önemin büyüklüğüdür. Değerin belirlenişine ilişkin bu ilke evresel olarak geçerlidir ve beşerî ekonomide herhangi bir istisnasını bulmak mümkün değildir.[14]
Böylelikle, üretim faktörlerine olan talebi tüketici talebi ile ilişkilendirmiş oluyordu. Malların değerleri üretimlerinde kullanılan emek ve diğer girdilerin değerlerine göre belirlenmiyor, bunun yerine, üretim faktörlerinin ve diğer girdilerin değerleri tüketicilerin bunlarla üretilen tüketim mallarına atfettikleri önem vasıtasıyla belirleniyordu. Bu açıdan maliyet, gelecekteki muhtemel faydaya karşılık olarak bugün yapılan fedakârlığı temsil ediyordu. Üretim araçlarının değerleri tüketim mallarının değerlerinden hareketle oluştuğunda da tüm sermaye mallarının değeri ve dolayısıyla malların maliyeti, tüketicilerin yaptıkları öznel değerlendirmeler tarafından belirlenmiş oluyordu.
Menger’le ilgili ilginç hususlardan biri, Menger’in kendisini marjinalizm geleneği ile fazla ilişkilendirmemesiydi. Grundätze’nin yazarlara verilen nüshasında bile ünlü marjinal fayda tablosunun üstünü çizmişti. 1870’lerde Arşidük Ferdinand’a verdiği derslerde marjinalizmden nadiren bahsetmiş, bu tutumunu 1880’lerde de değiştirmemişti. Buna rağmen, aynı dönemde Avusturya okulu Wieser’in ve Böhm-Bawerk’in çalışmalarıyla marjinal fayda okulu ile giderek daha fazla anılıyordu. Bir diğer husus, Avrupa’nın en iyi kütüphanelerinden birine sahip olmasına rağmen, Menger’in klasik iktisatçılar hakkında fazla bilgisinin olmamasıydı. Robbins’e göre Menger, Tarihçi Okul’a karşı Smith’i savunmasına rağmen onun düşüncesinin özüne inmemiş ve düşüncelerini yanlış anlamıştı. “O muhteşem kütüphanesine rağmen, görünüşe göre Cournot’yu bilmiyordu ve Gossen’den de kesinlikle biharberdi.”[15]
Menger 1903 yılında üniversiteden emekli olmuş ve kendini Grundätze’nin yeni baskısına hazırlamaya vermişti. Aynı zamanda Tarihçi Okul ile olan yöntem tartışmasını sürdürüyor ve okuma alanını genişletiyordu. Bu esnada Grundätze’nin baskısı tükenmiş, 1880’lere gelindiğinde eski nüshalarını bulmak aşırı derecede güçleşmişti. Menger kitabının revizyonu üzerinde çalışıyor ve özgün baskıda olduğunu düşündüğü bazı sorunları çözmeye çalışıyordu. Fakat 1889 yılında ikinci baskı için bir önsöz yazmış olmasına rağmen, Menger kitabının revizyonunu asla tamamlayamadı ve yaşamı boyunca yeni bir baskısının ya da tercümesinin yapılmasına izin vermedi. Grundätze İngilizcede bile ancak 1950’de yayınlanabildi. Takipçileri olan Wierser’in Natural Value ve Böhm-Bawerk’in The Positive Theory of Capital adlı çalışmaları 19. yüzyılın sonlarında İngilizceye çevrilmeseydi Menger bugün büyük ihtimalle tanınmıyor olacaktı.
Menger’in subjektivizmi kullandığı nedensellik zincirinin hemen başında ortaya çıkar. Nitekim kitabının başında malın tanımını verirken subjektivizmi kullanmaktadır. Menger’e göre, karşılayabilecekleri insan ihtiyaçları ile ilişki kurma becerisine sahip olan nesneler faydalı nesnelerdir. Nedensellik açısından bakıldığında, faydalı nesneler bireylerin ihtiyaçlarıyla nedensellik ilişkisine girdikleri anda ortaya çıkan şey mallardır. Bununla birlikte, her faydalı nesne mal değildir. Bir nesnenin mal sayılabilmesi için aynı anda dört özelliğe sahip olması gerekir: (a) söz konusu nesneyi gerektiren bir insan ihtiyacı olmalıdır; (b) nesnenin, ihtiyacı karşılanmasıyla nedensel ilişki kurmasını sağlayan birtakım özellikleri olmalıdır; (c) bu nedensellik ilişkisi bireyler tarafından bilinmelidir; (d) nesne, ihtiyacı karşılayacak şekilde kullanılabilmelidir.[11] Bunun ardından Menger tüm mal ve hizmetlerin bir dizi üretim sürecinden geçtiğini belirterek mallar arasında bir ayrıma gidiyor. Buna göre, insan ihtiyaçlarını doğrudan karşılayan tüketim malları “birinci dereceden” ya da “alt düzey” mallardır.[12] Bu alt düzey malların üretimi için kullanılan üretim malları da “ikinci dereceden” ya da “üst düzey” mallardır.[13] Sonuç itibariyle, mallar, onların niteliklerini bilen ve onları kendi ihtiyaçlarını karşılamak için kullanma becerisine sahip olan insanlar olmadan mal özelliğini kazanamazlar. Malların kendi ihtiyaçlarını karşılama becerileri hakkında öznel değerlendirmeler yapan insanlar olmadan malların olması da mümkün değildir.
Smith ve Ricardo gibi klasik iktisatçılar talep yönlü değişkenlerin mübadele-değerlerinin belirlenmesinde herhangi bir işleve sahip olmadığını düşünmüşlerdir. Malların mübadele-değerleri onların uzun dönemdeki normal fiyatları ya da üretim maliyetlerince belirleniyordu. Kimi durumlarda bu maliyete malın rant, ücret ve kâr unsurlarının toplanmasıyla ulaşılıyordu. Ricardo’nun değer teorisine göre göreli fiyatlar iki malda içerilmiş olan emek miktarını gösteriyordu. Elmas-su paradoksunda olduğu gibi, kullanım-değeri klasik iktisatçılar açısından özneldi, fakat mübadele-değeri malın maliyet tutarına bağlıydı. Bu açıdan malın değeri malın içindeydi ve üretimin tarihsel geçmişi tarafından belirleniyordu. Klasiklerin bu görüşlerine katılmayan Menger’e göre, Klasik İktisat’a dayanmak iktisat bilimini bilimsel temellere muhtaç kılmıştı. Mal olma niteliğine sahip nesnelerin ve iktisadî malların değerleri onların içerisinde yer almıyordu; bu değer, malların insan ihtiyaçları ile belirli bir ilişkiye girmesinden kaynaklanıyordu. Tüketim mallarının (birinci dereceden mallar) değerlerinin bu malların üretiminde kullanılan girdilerin (üst düzey mallar) değerlerine bağlı olduğuna ilişkin klasik görüş “gerçek ilişkinin tam tersini” ifade ediyordu. Oysa üst düzey mallar değerlerini birinci dereceden üretimiyle birleştirilme becerilerine borçluydular.
Menger mübadele-değerinin kaynağını bu şekilde açıklarken aynı zamanda değer ve maliyet arasındaki nedensellik ilişkisini de tersine çeviriyor, girdilerin değerlerini çıktıların değerine bağlıyordu. Menger’e göre,
Bu durumda, bir malın değerinde belirleyici olan unsur, ne o malın üretimi için gerekli olan emek ve diğer malların miktarıdır, ne de bunların o malın yeniden üretimi için gerekli olan miktarlarıdır. Bu unsur daha ziyade, o malın kullanımına bağlı olduğunu bildiğimiz doyumların sahip oldukları önemin büyüklüğüdür. Değerin belirlenişine ilişkin bu ilke evresel olarak geçerlidir ve beşerî ekonomide herhangi bir istisnasını bulmak mümkün değildir.[14]
Böylelikle, üretim faktörlerine olan talebi tüketici talebi ile ilişkilendirmiş oluyordu. Malların değerleri üretimlerinde kullanılan emek ve diğer girdilerin değerlerine göre belirlenmiyor, bunun yerine, üretim faktörlerinin ve diğer girdilerin değerleri tüketicilerin bunlarla üretilen tüketim mallarına atfettikleri önem vasıtasıyla belirleniyordu. Bu açıdan maliyet, gelecekteki muhtemel faydaya karşılık olarak bugün yapılan fedakârlığı temsil ediyordu. Üretim araçlarının değerleri tüketim mallarının değerlerinden hareketle oluştuğunda da tüm sermaye mallarının değeri ve dolayısıyla malların maliyeti, tüketicilerin yaptıkları öznel değerlendirmeler tarafından belirlenmiş oluyordu.
Menger’le ilgili ilginç hususlardan biri, Menger’in kendisini marjinalizm geleneği ile fazla ilişkilendirmemesiydi. Grundätze’nin yazarlara verilen nüshasında bile ünlü marjinal fayda tablosunun üstünü çizmişti. 1870’lerde Arşidük Ferdinand’a verdiği derslerde marjinalizmden nadiren bahsetmiş, bu tutumunu 1880’lerde de değiştirmemişti. Buna rağmen, aynı dönemde Avusturya okulu Wieser’in ve Böhm-Bawerk’in çalışmalarıyla marjinal fayda okulu ile giderek daha fazla anılıyordu. Bir diğer husus, Avrupa’nın en iyi kütüphanelerinden birine sahip olmasına rağmen, Menger’in klasik iktisatçılar hakkında fazla bilgisinin olmamasıydı. Robbins’e göre Menger, Tarihçi Okul’a karşı Smith’i savunmasına rağmen onun düşüncesinin özüne inmemiş ve düşüncelerini yanlış anlamıştı. “O muhteşem kütüphanesine rağmen, görünüşe göre Cournot’yu bilmiyordu ve Gossen’den de kesinlikle biharberdi.”[15]
Menger 1903 yılında üniversiteden emekli olmuş ve kendini Grundätze’nin yeni baskısına hazırlamaya vermişti. Aynı zamanda Tarihçi Okul ile olan yöntem tartışmasını sürdürüyor ve okuma alanını genişletiyordu. Bu esnada Grundätze’nin baskısı tükenmiş, 1880’lere gelindiğinde eski nüshalarını bulmak aşırı derecede güçleşmişti. Menger kitabının revizyonu üzerinde çalışıyor ve özgün baskıda olduğunu düşündüğü bazı sorunları çözmeye çalışıyordu. Fakat 1889 yılında ikinci baskı için bir önsöz yazmış olmasına rağmen, Menger kitabının revizyonunu asla tamamlayamadı ve yaşamı boyunca yeni bir baskısının ya da tercümesinin yapılmasına izin vermedi. Grundätze İngilizcede bile ancak 1950’de yayınlanabildi. Takipçileri olan Wierser’in Natural Value ve Böhm-Bawerk’in The Positive Theory of Capital adlı çalışmaları 19. yüzyılın sonlarında İngilizceye çevrilmeseydi Menger bugün büyük ihtimalle tanınmıyor olacaktı.
Dipnot
1] Bruce Caldwell, Hayek’s Challege, Chicago: Chicago University Press, 2004, s. 17-18.
[2] Carl Menger, Investigations into the Methods of the Social Sciences with Special Reference to Economics, Çev. Francis Nock, Ed. Louis Schneider, New York: New York University Press, 1963.
[3] Turan Yay, “Avusturya Okulu’nun Tarihsel Gelişimi ve Metodolojisi”, Piyasa, Sayı: 11 (Yaz 2004), s. 2.
[4] Menger, s. 45.
[5] Yay, s. 3.
[6] Caldwell, s. 21.
[7] Caldwell, s. 23.
[8] Caldwell, s. 23-24.
[9] Caldwell, s. 24.
[10] Caldwell, s. 25.
[11] Menger, s. 53.
[12] Menger, s. 56.
[13] Menger, s. 57.
[14] Menger, s. 147.
[15] Lionel Robbins, A History of Economic Thought, Princeton, New Jersey: Princeton University Press, 1998, s. 271.
Kaynak
Devamını okuyun...>>
Antoine Augustin Cournot
Antoine Augustin Cournot
Fransız iktisatçısı, matematikçisi ve filozofu (Gray 1801-Paris 1877). Mareşal Gouvion-Saint-Cyr’in konağında eğitmenlik yapıp (1823), mekanik üstüne bir tezle fen doktorasını veren Antoine Augustin Cournot (1829),Lyon Fen Fakültesi’nde imekanik (profesörlüğüne yükselerek (1835),Dijon Üniversitesi rektörlüğü yaptı (1852). 1862'de emekliye ayrıldı. Başlıca araştırmalarını olasılıklar hesabı üstüne yapmış olan Cournot’nun kuramı “birbirinden bağımsız bir dizi olaya bağlı olayların birleşme ya da raslaşmasına” dayanır. Böylece, çok daha karmaşık olan “kozmolojik” gerekirciliğin karşısına, “Laplace tipi” matematik gerekirciliği çıkarmıştır. Condorcet, Laplace ve Poisson’un yanısıra, matematiğin insan bilimlerine uygulanmasının öncülerindendir. İktisat alanındaki istemle (talep) ilgili kuramlarıysa, günümüzde de geçerliğini korumaktadır. Başlıca yapıtları: Recherche Surles Principes Mathematiques de la Theorie des Richesses (Servet Kuramının Matematiksel İlkeleri Üstüne Araştırma, 1828), Traite Elementaire de la Theorie des Fonctions et du Calcul İnfinitesimal (Fonksiyonlar Kuramının ve Sonsuz Küçükler Hesabının Temel Kitabı, 1841), l’Exposition de la Theorie des Chances et des Probabilites (Şanslar ve Olasılıklar Kuramının Açıklanması, 1843), Essai sur les Fondements de la la Connaissance etsurles Caracteres de la Critique Philosophique (BilgininTemelleri ve Felsefi Eleştirinin Özellikleri Üstüne Deneme, 1851), Principes de la Theorie des Richesses (Servet Kuramının İlkeleri, 1863), Revue Sommaire des Doctrines Economiques (İktisadi Öğretilere Toplu Bakış, 1877).
Devamını okuyun...>>
Karl Heinrich Marx
Karl Heinrich Marx (1818-1883)
Marx'ın tarihsel materyalizm kuramı toplumun her zaman temel olarak -üretim ilişkileri ve buna bağlı olarak ekonominin sistemin dinamiği olduğu- maddi koşullara göre belirlendiğini öne sürer. İnsanlar öncelikle "yaşamlarını sürdürmek gayesiyle içmek, yemek, barınmak ve giyinmek" gibi gereksinmeleri karşılamak için ilişkiye girer.[17] Marx ve Engels, Batı toplumlarının gelişmesini ve geleceğini, birbirini takip eden ilk dört döneme ayırır ve beşinci olarak gelecekte yaşanacağını varsaydıkları komünizm dönemini öngörür:
İlkel komünizm: Avcı ve toplayıcı dönemde, paylaşılan mülkiyete ve ilkel demokrasiye dayanan kooperatif aşiretler, kabileler.
Kölelik: Toplumun kabileden şehir devlete geçtiği, köleliğin, özel mülkiyetin ve aristokrasinin doğduğu, tarımın yaygın olduğu dönem.
Feodalizm: Kralın da dahil olduğu aristokrasinin yönetici sınıf haline geldiği, dinin önemli bir yer tuttuğu üçüncü dönem.
Kapitalizm: Burjuva sınıfının yönetici, proletaryanın da ezilen sınıf olduğu, parlamenter demokrasinin yaygın politik sistem, piyasa ekonomisinin işlediği ve üretim araçlarına ağırlıkla özel mülkiyetin sahip olduğu dönem.
Komünizm: İşçilerin devrim yaparak kapitalistleri kovduğu ve devletsiz, sınıfsız, mülkiyetsiz bir toplumun yarattıkları beşinci dönem.
Politik Ekonomi
Marx'a göre, insanın kendi emeğine yabancılaşması (meta fetişizmine dönüşen süreç), kapitalizmin en belirgin niteliğinden biridir. Kapitalizmden önce, Avrupa'da var olan piyasalarda üreticiler ve tüccarlar mal alıp satardı. Kapitalist üretim tarzının gelişmesiyle birlikte emeğin kendisi bir mal (meta) halini almıştır. İnsan artık yaptığı ürünü değil, kendi emek gücünü belirli bir ücret karşılığında anlaşarak satmaktadır. Emek gücü, insanın zanaatçılığından farklılaşarak sistemin devamlılığını sağlayan, tamamıyla alınıp satılabilen bir araç haline gelmiştir. Emek gücünü satmak zorunda olanlara proletarya, bu emek gücünü satın alan, genellikle mülk ve üretim teknolojisine sahip gruba da burjuva denir. Proleterler, kapitalistlerden sayıca ve kaçınılmaz olarak fazladır.
Marx, endüstriyel kapitalistlerin tüccar kapitalistlerden ayrıldığını söyler. Tüccar bir piyasadan bir malı alır ve diğer bir piyasada, piyasadaki arz ve talep kanunlarına bağlı olarak, daha yüksek bir fiyattan satar. Böylece bir arbitraj oluşturur. Öte yandan kapitalistler, üretilen maldan bağımsız olarak emek piyasası ile piyasa arasındaki farklılıktan yararlanır. Marx, her başarılı endüstrinin birim maliyeti girdisi ile birim fiyatı çıkışı arasında fark bulunduğunu söyler. Bu farklılık artı değer olarak adlandırılır ve bu artı değer kaynağını işçinin ürettiği artı emekten alır, bu el konulan artı değer kapitalist kazancın esas bölümünü oluşturur.
Marx ve Engels, Komünist Manifesto'da burjuvanin tarihte daha önceden görülmemiş devrimci bir rol oynadığını söyler, ama bu kapitalist üretim sürecinin yaşayacağı krizleri bütünüyle engelleyebilecek güçte olduklarını göstermez. Teknolojinin sürekli gelişmesi, ekonominin büyümeye endeksli olması ve kârın arttırılması gerekliliği kapitalizmi periyodik krizlere mahkum eder. Bu büyüme, kriz ve tekrar büyüme süreci sonunda her defasında bir öncekinden daha ciddi bir krize yol açacaktır. Aynı zamanda bu süreçte kapitalist sürekli zenginleşmeye çalışacak, işçi de gittikçe güçsüzleşecektir, çünkü artı değeri oluşturan artı emektir. Sonunda proletarya üretim araçlarına el koyacak ve herkese eşit biçimde dağıtacaktır. Uzlaşmak ihtimali mümkün değildir, çünkü kapitalist sistemde bu uzlaşmanın sınıf farklılığını ortadan kaldırma şansı yoktur. Aksine kapitalistler önceki avantajlı durumunu devam ettirmek için şiddete başvuracaktır. Bu geçiş sürecinde iyi organize olmuş devrimci bir gücün ortaya çıkıp idareyi ele alması gerekir. Marx, Gotha Programı'nın Eleştirisi'nde şöyle yazar:
“ Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinden ötekine devrimci dönüşüm dönemi yer alır. Buna da bir siyasal geçiş dönemi tekabül eder ki, burada devlet, proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz.[18]"
Marx'ın Etkilendikleri
Karl Marx üzerinde etkili olanlar kısaca şöyle sıralanabilir:
Hegel diyalektik metodu ve tarih anlayışı, (Alman felsefesi).
Adam Smith ve David Ricardo politik ekonomisi, (İngiliz iktisadı).
Rousseau başta olmak üzere Fransız eşitlikçi ve sosyalist düşüncesi, (Fransız politikası).
Marx tarih ve toplumun bilimsel bir metodla birlikte ele alınması gerektiğine inanır. Marx'ın tarih anlayışı, tarihsel materyalizm olarak tanımlanır Engels ve Lenin de bunu diyalektik materyalizm olarak ele alır, Hegel'in "gerçeklik ve tarihin diyalektik biçimde ele alınması" gerektiği düşüncesinden oldukça etkilenmiştir. Fakat Hegel'in düşüncesi bu diyalektiğin temeline idealizmi oturttuğundan dolayı, Marx tarafından eleştirilmiştir, Engels Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı'da Marx'a atıfla şöyle yazar:
“ Tarihte bir iç gelişme, zincirleme bir iç bağlantı olduğunu tanıtlamayı deneyen ilk adam Hegel'dir, ve onun tarih felsefesindeki birçok şey, bugün bize ne kadar tuhaf gelirse gelsin, onu izleyenleri, hatta ondan sonra tarih üzerinde genel muhakemeler yürütmeye kalkışanları kendisiyle kıyasladığımızda, temel anlayışının yüce niteliği bugün de hayranlığa layıktır. Phénoménologie'sinde, Estetik'inde, Felsefe Tarihi'nde, her yere tarihin bu yüce anlayışı girer, ve her yerde konu, tarihsel tarzda, "soyut olarak baş aşağı edilmiş" olsa da, tarih ile belirli ilişkisi içinde incelenir.[19] ”
Popüler ifadeyle Marx, baş aşağı duran Hegel'i ayakları üstüne koyar. Marx'ın Hegel'in idealizmini reddetmesinde ve materyalist diyalektiği benimsemesinde Feuerbach da etkili olmuştur. Feuerbach ve arkadaşları, Tanrı'nın insan icadı olduğunu söyler ve diyalektik metodu teolojik boyutundan kopararak dini ve politikayı analiz etmekte kullanır. Marx da bu dünyanın insanlardan herhangi bir "gerçek" şeyi sakladığına katılmaz, aksine din ve idealizm tarihsel ve sosyal olarak insanların kendi gerçek konumlarını açıkça görmesini engeller. Genç Hegelciler'den koptuktan sonra Feuerbach'ı eleştirmiş olsa da, ondan bir ölçüde etkilenmiştir.
Marx, her ne kadar Rousseau'ya nadir göndermelerde bulunsa da, Rousseau özel mülkiyete ciddi biçimde ilk saldırıyı yapan ve eşitlikçi düşünceye katkıda bulunan önemli bir filozoftur ve bu konularda Marx'ın düşüncesini oluşturmasında etki sahibidir. Marx ütopik olarak nitelendirmesine rağmen Charles Fourier ve Saint-Simon gibi sosyalist düşünürlerin görüşlerinin önemini de reddetmez: "Ama bu sosyalist ve komünist yayınlar, eleştirel bir öğe de içerirler. Bunlar mevcut toplumun bütün ilkelerine saldırırlar. Bu yüzden işçi sınıfını aydınlatacak en değerli malzemelerle doludurlar." (Komünist Manifesto'dan)
Marx'ın Etkisi
Marx ve Engels'in çalışmaları, toplum ve tarihin kompleks analizini sunan birçok başlıktan oluşur. Karl Marx'ın görüşleri, özellikle ölümünden sonra, Marksizm genel başlığı altında incelenir ve tartışılır. Ama Marksistler arasında Marx'ın yazılarının nasıl yorumlanması ve varolan olaylara ve durumlara nasıl uyarlanması gerektiği konusunda çeşitli ciddi tartışmalar vardır. Hatta bu tartışmalar henüz Marx hayattayken ortaya çıkmıştır, Marx 1883 yılındaki ölümünden önce hem Paul Lafargue hem de Fransız işçi lideri Jules Guesde'yi "devrimci deyim tüccarı" olmakla suçlamıştır. Fransa partisi reformist ve devrimci olarak ikiye bölündükten sonra, devrimcinin lideri Jules Guesde Marx'tan emir almakla suçlanmış, Marx da Lafargue'ye "Eğer Marksizm buysa, ben Marksist değilim" demiştir. ("Ce qu'il y a de certain c'est que moi, je ne suis pas Marxiste", bu söz Engels'in Eduard Bernstein'e yolladığı 2-3 Kasım 1882 tarihli mektubunda geçer.)[20]
Genel olarak, Marksist sözü Marx'ın kavramsal dilini ("üretim biçimi", "sınıf savaşı", "meta fetişizmi" gibi) kapitalist ve diğer toplumları anlamak için kullanan ya da işçi devriminin komünist topluma geçişi sağlayan tek araç olduğuna inanan kişiler için sarfedilir. Marx'ın kuramının genelini ya da bir kısmını kabul edip bütün akıl yürütmelerini kabul etmeyen kişilerin nasıl adlandırılacağı da tartışma konusudur.
Marx'ın ölümünden 6 yıl sonra ilk kongresi yapılan İkinci Enternasyonal, politik hareket için önemli bir merkez oluşturdu. Büyük işçi partilerinin, özellikle Marksist Almanya Sosyal Demokrat Partisi, katılımıyla Birinci Enternasyonal'den daha başarılı oldu. Bazı üyelerin Eduard Bernstein'in ortaya attığı evrimsel sosyalizm teorisine ilgi duymaya başlaması ve patlak veren I. Dünya Savaşı 1914'te bu Enternasyonalin sona ermesine yol açtı.
Vladimir Lenin önderliğinde Marksist Bolşevikler'in Ekim Devrimi ile Rusya'da iktidarı ele alması dünya çapında büyük bir yankı yarattı. Moskova'da Mart 1919'da kurulan "Üçüncü Enternasyonalin amacı tüm dünyada Komünist partilerin kurularak uluslararası proleter devrimine yahut dünya devrimine yardım etmeleriydi.
Marx, komünist devrimin Fransa, Almanya ve İngiltere gibi ileri derecede sanayileşmiş ülkelerden başlayacağını düşünüyordu. Lenin ise emperyalizm çağında "eşitsiz ekonomik ve siyasal gelişme yasasına" bağlı olarak, Rusya'nın eski bir tarım ülkesi olmasına rağmen aynı zamanda emperyalizmle ilişkili olarak endüstriyel sıkıntıları yaşayan bir ülkede zincirin en zayıf halkasından kopacağını, böylece "geri kalmış" diye tabir edilen bir ülkede devrimin gerçekleşmesinin olanaklı olduğunu, bu toplumun yaktığı devrim ateşinin Avrupa'nın endüstriyel toplumlarına da sıçrayacağını söyledi[21]
Marx ve Engels, Komünist Manifesto'nun 1882 tarihli Rusça baskısına yazdıkları önsöz bu konuda ışık tutucudur:
“ Şimdi sorun şudur: Büyük çapta zayıflamış olsa bile, gene de, ilkel bir ortak toprak sahipliği biçimi olan Rus obşina'sı, doğrudan doğruya komünist ortak mülkiyetin üst biçimine geçebilir mi? Ya da tersine, ilkönce Batının tarihsel evrimini oluşturan aynı çözülme sürecinden mi geçmelidir?
Buna bugün verilebilecek tek yanıt şudur: Eğer Rus Devrimi, Batıdaki bir proleter devriminin habercisi olur, ve bunlar, böylelikle, birbirlerini tamamlarlarsa, Rusya'daki mevcut ortak toprak sahipliği, komünist bir gelişmenin başlangıç noktası olabilir.”
Marx'ın sözleri Lenin için bir başlama noktasını oluşturdu, Troçki ve Eski Bolşevikler ile birlikte yürüttüğü Rus devriminin "Batıdaki bir proleter devriminin habercisi" olması gerektiği düşüncesi Komintern'in de amacıydı (dünya devrimi). Bu bağlamda Komintern'in ilk kongredeki resmi dilinin Almanca olması ve Lenin'in devrim sırasında yoğun olarak Alman ajanlığıyla suçlanması tesadüf değildir.[22] Daha sonra Batı'da devrim hareketlerinin başarısızlığa uğraması ve diğer devletlerin Sovyetler'e cephe almasından sonra Stalin'in öne sürdüğü "tek ülkede sosyalizm" Sovyetler Birliği'nde hakim görüş haline geldi. Stalin yönetimine muhalefetini sürdüren Leon Troçki ve yandaşları Dördüncü Enternasyonal'i 1938 yılında örgütledi.
Çin'de Mao Zedung Marx'a bağlıluğını dile getirmekle beraber komünist devrimde öncü rolü sadece işçilerin değil köylülerin de oynayabileceğini söyledi. Henüz köylü toplumlarda işçi sınıfı tam oluşmadığı için feodalizme karşı gelen köylüler de komünist bir düzenden yana tavır koyabilirdi. Marx'ın temel görüşlerinden farklı olsa da Marksist-Leninist çizgiye daha yakın olan bu düşüncelerini Zedung, Yeni Demokratik Devrim teorisiyle dile getirmiştir. Mahir Çayan bu konuda şöyle der: "Mao'nun bu katkısının özlerini ve temel unsurlarını Lenin'de de görmekteyiz. Fakat Marksizm-Leninizmin bu son derece önemli iki ilkesi (milli demokratik devrim ve proleter kültür devrimi), en mükemmel şekillerini Mao'nun siyasi pratiği içinde almışlardır."[23]
1923 yılında Almanya'da Marksistlerin kurduğu Toplumsal Araştırma Enstitüsü de Marksist disiplininin eleştirisinde önemli bir rol oynamıştır ve bu enstitünün bir düşünce akımı olarak ifade edilmesine Frankfurt Okulu denmiştir. Theodor Adorno, Max Horkheimer, Walter Benjamin, Herbert Marcuse, Jürgen Habermas önde gelen temsilcileri arasında yer alır ve bu okulun genel yaklaşım biçimi eleştirel teori olarak adlandırılır. Bu okul Ortodoks Marksizme karşı çıkmış ve sınıf bilinci ve ekonomik belirlenimcilik konularında çarpıcı eleştiriler getirmiştir. Bazı Marksistler de bu okulu Marksizmi pratiğinden soyutlayıp sadece bir akademik disiplin alanına çekmekle suçlamışlardır. Frankfurt Okulu'yla birlikte olmamakla beraber aynı dönemde yaşayan Antonio Gramsci Marksizm'e önemli açılımlar kazandırmıştır.
Eleştiriler
Karl Marx ve Marksizm konusundaki eleştiriler çoğunlukla Sovyetler Birliği pratiği üzerinde yoğunlaşır. Marx'ın kapitalizm ve ekonomik analizi için yapılan eleştiri oranı komünizm ve Sovyetler Birliği konusunda yapılan eleştiri oranının oldukça altındadır. Marx'ın ortaya koyduğu artı değer, değişim değeri ve sermaye tanımları iktisatta doğru kabul edilir.
Kapitalizm savunucularının birçoğu refahın üretimi ve dağıtımının sosyalizm ya da komünizmden daha etkili ve adil olduğunu savunur. Marx ve Engels'in belirttiği zengin ve fakir arasındaki uçurumun sadece vahşi kapitalizm dönemine ait geçiçi bir sorun olduğu belirtirken, insan doğasının kişisel çıkara ve sermaye biriktirmesine daha yakın olduğunu kapitalizm dışında bir ekonomik sistemin bu duruma uygun olmadığını söyler. Avusturya Okulu iktisatçıları da Marx'ın emek değer kuramını eleştirir. [24]Ayrıca Sovyetler Birliği'nin çöküşü, Berlin Duvarı'nın yıkılışı Marksizmin popülaritesini ve dünya çapındaki marksist görüşlerin etkisini azaltmıştır.
Friedrich Hayek Serfliğe Giden Yol kitabında sosyalist bir ekonomide iletişim problemlerinin oluşacağını, Leninist dönemde de bunların olduğunu ve bu problemlerin üretim sürecinde bir tıkanmaya yol açacağını söyler. Hayek'in takipçileri de Leninist dönemde veya Britanya'da 1939'dan 1951'e kadar olan savaş demokrasisi döneminde oluşan kıtlıklara dikkat çeker ve bunun adaletsizlik yarattığını ekler.
Bazı eleştiriler de tarihsel materyalizm kavramı konusunda toplanır. Yazılı tarihteki olayların ve sınıfların üretim biçimlerinden kaynaklandığını söyleyen bu görüşü eleştirenler "Üretim biçimi nereden gelir?" biçiminde bir soru yöneltir. Murray Rothbard şöyle der "Marx hiçbir zaman bu soruya bir yanıt vermeye çalışmamıştır, aslında veremezdi de çünkü teknolojik değişimleri ya da teknoloji devletini bir insana, bireye atfederse bütün sistemi çöker. Böyle bir durumda insanlık bilinci ya da birey bilinci üretim biçimini belirleyen faktör olur ve başka bir yol da mümkün değildir." [25] Ancak Marx Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı da şöyle der:"Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder." [26] Marx burada bu üretim biçimlerinin insanın "kendi iradelerine bağlı olmayan" bir biçimde geliştiğini söyler ve bu gelişmenin sosyal doğasını açıklar.
Eserleri
1844 Elyazmaları (1844)
Kutsal Aile (1845)
Feuerbach Üzerine Tezler (1845)
Alman İdeolojisi (1845-1846)
Felsefenin Sefaleti (1847)
Komünist Manifesto (1847-1848)
Ücretli Emek ve Sermaye (1848-1849)
Fransa'da Sınıf Savaşımları (1850)
Louis Bonaparte'in 18 Brumaire'i (1852)
Grundrisse (1857-1858) (Marx'ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı ve daha sonra Kapital'i oluşturacak ön çalışmalarını ve taslak notlarını içeren defterlerinden oluşan bu eser ilk kez 1939 yılında yayımlanmıştır)
Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı (1859)
Artı-Değer Teorileri (1862-1863) (Yine Marx'ın el yazmalarından oluşan ve Kapital'in dördüncü cildi diyebileceğimiz bu eser 1905-1910 yıllarında Kautsky tarafından yayımlanmıştır)
Das Kapital I. cilt (1867) (ikinci cilt 1885'te ve üçüncü cilt 1894'de Marx'ın taslaklarına uygun olarak onun ölümünden sonra Engels tarafından düzenlenerek yayımlanmıştır)
Fransa'da İç Savaş (1871)
Gotha Programı'nın Eleştirisi (1875)
Dipnotlar
1 Karl Marx ve Friedrich Engels "Komünist Parti Manifestosu" (Marx/Engels eserleri, Bölüm 1;) [1]
2 Karl Marx: "Gotha Programının Eleştirisi " (Marx/Engels eserleri, Bölüm 4;) [2]
3 Marx, K. & Engels, F. (1848), [3]
4 Louis Althusser bu kitabın Marx'ın kuramsal geişiminde bir kırılma noktası olduğuna işaret eder bkz: Genç Marx, Antonio Gramsci'nin de içinde bulunduğu ilk iki Marksist kuşak bu kitabı okuyamamıştır
5 Francis Wheen, Karl Marx: A Life, s. 75
6 Philip Mansel, Paris Between Empires, s. 390, New York: St. Martin, 2001
7 Mansel 2001, s.389
8 Mansel 2001, s.390.
9 McLellan, D. (1973) Karl Marx: His Life and Thought, Basingstoke: Macmillan, sayfa. 274.
10 McLellan, D. (1973) Karl Marx: His Life and Thought, Basingstoke: Macmillan,s. 451.
11 Francis Wheen Karl Marx: A Life, New York: Norton date=2002 basımı giriş bölümü
12 Camdennewjournal.co.uk Mezar haydutlarının girişimi.
13 Engels'in Marx'ın mezarı başındaki konuşmasının tamamı.
14 Kurtuluscephesi.com Kapital'in bu bölümü [4]
15 Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, s. l00., George Politzer, Felsefenin Temel İlkeleri [5]
16 Karl Marx. Hegel'in Hukuk Felsefesi'nin Eleştirisine Katkı. Giriş. (Çev. Kenan Somer). Karl Marx. Hegel'in Hukuk Felsefesi'nin Eleştirisi içinde. Ankara, 1997: Sol Yayınları. S. 191-209. Alıntı: S. 191-192.
17 Karl Marx, Alman İdeolojisi [6]
18 Karl Marx, Gotha Programı'nın Eleştirisi [7]
19 Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, 2. bölüm [8]
20 Letters of Friedrich Engels, Engels to Eduard Bernstein letter [9]
21 "Biz her zaman Marksizmin bu elementer gerçeğini açıkladık ve tekrar ettik, sosyalizmin zaferi gelişmiş ülkelerdeki işçilerin güçlerinin birleşmesine ihtiyaç duyar". Lenin, Sochineniya (Eserleri), 5th ed Vol XLIV s418, Şubat 1922. Stalin de Lenin'in ölümüne ve Sovyetler Birliği soyutlanana kadar aynı noktayı belirtti.
22 John Reed, Dünyayı Sarsan On Gün, Troçki'nin yaptığı savunma ve Max Shactman'ın yazısı [10]
23 Mahir Çayan'ın yazısı [11]
24 2nd basım. Trans. J. Kahane. New Haven: Yale University Press, 1951. sayfa. 111–222 http://en.wikipedia.org/wiki/Socialism:_An_Economic_and_Sociological_Analysis
25 Rothbard, Murray (1995). [http://en.wikipedia.org/wiki/An Austrian Perspective on the History of Economic Thought - Cilt İki: Classical Economics. Edward Elgar Publishing Ltd., pp. 373. ISBN 0-945466-48-X.
26 Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı [12]
Kaynak
http://tr.wikipedia.org/wiki/Karl_Marx
19.yy'da yaşamış filozof, politik ekonomist ve devrimci. Komünizmin kuramsal kurucusudur. Birçok politik ve sosyal konuda fikri olmakla beraber, en çok Komünist Manifesto'nun (1848) giriş cümlesinde özetlediği tarih analiziyle tanınır: "Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir."[1] Marx, bütün eski sosyoekonomik sistemlerde olduğu gibi kapitalizmin de kendini yok etmeye yol açacak içsel dinamikler yaratacağına inanırdı; onun düşüncesine göre, nasıl ki kapitalizm eskimiş feodalizmin yerini aldıysa, sınıfsız bir toplum olan komünizm de "devletin proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olmadığı" siyasal geçiş sürecinden sonra onun yerini alacaktır.[2]
Marx, sosyoekonomik değişimlere belirli bir tarihsel zorunluluk perspektifinden bakardı; ona göre, kapitalizm, yapısal durumunun dinamiği ve çatışması sonucu yerini komünizme kesin olarak bırakacaktır:
« Modern sanayinin gelişmesi, burjuvazinin ayaklarının altından bizzat ürünleri ona dayanarak ürettiği ve mülk edindiği temeli çeker alır. Şu halde, burjuvazinin ürettiği, her şeyden önce, kendi mezar kazıcılarıdır. Kendisinin devrilmesi ve proletaryanın zaferi aynı ölçüde kaçınılmazdır. »
(Komünist Manifesto [3])
Marx, bu değişimin organize bir devrimci hareketle geleceğini düşünür; bu değişim, ancak uluslararası işçi sınıfının birleşik hareketiyle meydana gelecektir: "Bize göre komünizm, ne yaratılması gereken bir durum, ne de gerçeğin ona uydurulmak zorunda olacağı bir ülküdür. Biz, bugünkü duruma son verecek gerçek harekete komünizm diyoruz. Bu hareketin koşulları, şu anda varolan öncüllerden doğarlar." (- Alman İdeolojisi)
Marx yaşadığı dönemde dünya çapında ünlü bir isim sayılmasa da, ölümünden kısa bir süre sonra düşünceleri dünya işçi hareketine yön vermiştir. Marksist Bolşeviklerin Rusya'da Ekim Devrimi'ni gerçekleştirmesi bunun en büyük örneğidir. 20. yy'da dünyada Marksist düşünce hemen hemen bütün ülkelerde taraftar bulmuştur. Marksizm, akademik ve politik çevrelerde en çok tartışılmış konulardandır.
Yaşamı
Prusya Krallığı'na bağlı Trier kentinde yedi çocuklu Yahudi bir ailenin üçüncü çocuğu olarak Karl Heinrich Marx adıyla dünyaya geldi. Babası Heinrich (1777–1838) Aydınlanma düşünürleri Voltaire ve Rousseau'ya hayrandı. Prusya makamları, bir Yahudi'ye hukuk diploması vermeyeceği için Prusya'nın resmi inancı olan Lüterciliği seçti, Hıristiyan oldu. Annesinin ismi Henrietta (1788–1863), kardeşlerinin isimleri Sophie, Hermann, Henriette, Louise, Emilie ve Caroline'dir.
Eğitimi
Marx, on üç yaşına kadar evde eğitildi. Gymnasiumdan mezun olduktan sonra, 17 yaşında hukuk okumak için Bonn Üniversitesi'ne kaydoldu. Marx'ın edebiyat ve felsefe okuma isteği babasının gelecekte kendisine ekonomik anlamda bakamayacağı gerekçesiyle reddedildi. Sonraki sene babası tarafından daha saygın bir üniversite olan Berlin'deki Friedrich-Wilhelms Üniversitesi'ne yollandı. Bu dönemde Marx birçok şiir ve hayat hakkında deneme yazmıştır, bu yazılarda üniversitedeki Genç Hegelciler'in ateist düşüncesinin de etkisi görülür. 1841'de "Demokritosçu ve Epikürcü Doğa Felsefesi Arasındaki Farklar" isimli teziyle doktorasını verdi.
Marx ve Genç Hegelciler
Genç Hegelciler, Ludwig Feuerbach ve Bruno Bauer etrafında toplanmış hocaları Hegel'i eleştiren bir grup felsefeci ve gazeteciden oluşuyordu. Hegel'in metafizik çıkarımlarını eleştirmelerine karşın, teolojik boyutundan koparttıkları diyalektik metodu dini ve politikayı analiz etmekte kullanıyorlardı. Bu grubun bazı üyeleri post-Aristo felsefesi ve post-Hegelci felsefe arasında bir analoji çizer. Bunlardan biri Max Stirner, Feuerbach ve Bauer'i Biricik ve Mülkiyeti (1845, "Der Einzige und sein Eigenthum") isimli kitabıyla eleştirir, bu ateistlerin soyut kavramları somutlaştırarak dindar bir görünüm kazandığını söyler. Bir Feuerbach takipçisi olan Marx, bu kitaptan etkilenerek Feuerbach materyalizmini terk edip, daha sonra epistemolojik kopuş denilecek kırılmaya yaklaşmıştır. Bundan sonra Stirner ve Feuerbach'ı eleştirdiği ve tarihsel materyalizm kavramının temellerini attığı Alman İdeolojisini (1846 Die Deutsche Ideologie) yazar, ancak bu kitabı yayımlayamaz.[4]
1843 Ekim ayının son günlerinde Marx Paris'e gider. 28 Ağustos 1844 tarihinde Paris'in ünlü bir kafesinde (Café de la Régence'te) Friedrich Engels ile tanışır ve hayatının en önemli dostluklarından biri böylece başlamış olur. Engels'in Paris'e gelmesinin en önemli sebebi Marx'la tanışmaktır, daha önce bir sefer 1842 yılında Marx'ın çıkardığı Rheinische Zeitung gazetesinin ofisinde karşılaşmışlardır.[5] Engels Marx'a en önemli eserlerinden birini gösterir "1844 Yılında İngiltere'de İşçi Sınıfının Koşulları.[6]" Paris o dönemde İngiliz, Alman ve İtalyan devrimcilere ev sahipliği yapıyordu, aynı şekilde Marx da Arnold Ruge ile çalışmak için Paris'e gelmişti, ikili Şubat 1844'te bir defalığına Deutsch–Französische Jahrbücher gazetesini çıkarabildiler.[7]
Bu gazetenin başarısızlığından sonra Marx, Paris'teki en radikal Alman gazetesi Vorwärts'ta yazar, bu gazete Avrupa'daki en önemli radikal gazetelerdendir. Marx genellikle Hegel üzerine yazar, Yahudi Sorunu Üzerine isimli makalesi için çalışır. Fransız Devrimi ve Proudhon'u inceler[8], işçi sınıfı üzerinde düşünmeye başlar.
Bauer'e bir cevap niteliği taşıyan ve Genç Hegelciler'e olan mesafesini belirlediği Yahudi Sorunu Üzerine yayımlanır. Bu makale sivil haklar ve insan hakları ve politik özgürleşme kavramlarının eleştirisini içermekle birlikte, Yahudilik ve Hıristiyanlığa da sosyal özgürleşme hususunda önemli eleştiriler getirir. Engels, Marx'ın çalışma alanlarını işçi sınıfının durumu ve iktisat konularına yoğunlaştırmasında yönlendirici olur. 1844 Elyazmaları'nda bunun ilk örnekleri yer alır, ancak bu yazılar 1930'lara kadar yayımlanmadan kalır. Bu elyazmaları temel olarak kapitalizmde insan emeğinin, yabancılaşmasının olgusal analizini içerir.
Ocak 1845'te Vorwärts, Prusya Kralı Frederick William IV'e gerçekleştirilen suikast girişimine olan desteğini açıkça belirtince Marx ve arkadaşlarına Paris'i terk etmeleri emredilir. Engels'le birlikte Brüksel'e geçerler.
Marx bundan sonra kendini Alman İdeolojisi'nde temellerini attığı tarih çalışmasına ve tarihsel materyalizm görüşüne adar. Bu görüşün temel savı "İnsanların varlığını belirleyen onların bilinci değil, tersine onların bilincini belirleyen onların toplumsal varlığıdır." olarak özetlenebilir. Marx artık tarihi "üretim ilişkilerine bağlı olarak" ele almaya başlar ve mevcut endüstriyel kapitalizmin kaçınılmaz çöküşü üstünde çalışır. Bu dönem, daha sonra akademisyenlerin ayırdığı, Feuerbach etkisi görülen Genç Marx'tan kopuş dönemidir.
1847 yılında yazdığı Felsefenin Sefaleti, Pierre-Joseph Proudhon ve Fransız sosyalist düşüncesine bir eleştiri ve cevap niteliği taşır. 21 Şubat 1848 tarihinde, Komünist Birlik ve Avrupa'daki bazı komünist grupların manifestosu olarak Marx ve Engels'in en ünlü çalışması Komünist Manifesto yayımlanır.
1848 yılı Avrupa'da köklü devrimlerin başgösterdiği bir yıldır. Marx yakalanır ve Belçika'dan sınır dışı edilir. Radikal hareketlerin Fransa'da güçlenmesiyle Marx tekrar Paris'e davet edilir, geri dönerek devrimci hareketlere tanıklık eder.
1849 yılında tekrar Almanya'ya (Köln'e) geri döner ve Neue Rheinische Zeitung gazetesini çıkarmaya başlar. Bulunduğu sürede iki defa mahkemeye verilir, ikisinden de beraat eder. Gazeteye baskının artması sonucu Paris'e döner, buradan da yollanır ve en sonunda Londra'ya iltica eder.
Londra
Mayıs 1849'da ömrünün sonuna kadar kalacağı Londra'ya yerleşir. 1851'de New York Herald Tribune gazetesinde muhabir olarak çalışır. 1855'te oğlu Edgar veremden ölür.[9] Parasızlıktan ve kötü yaşam koşullarından dolayı politik ekonomi üstündeki çalışması çok ağır ilerlemesine rağmen 1857'de sermaye, özel mülkiyet, ücretli emek ve devlet üstünde yazdığı 800 sayfalık çalışma vardır. 1858'de çalışmalarını topladığı Grundrisse ancak 1939 yılında yayımlanır. Yayımlanan ilk ciddi iktisadı çalışması 1859 yılında yayımlanan Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı kitabıdır. Adam Smith ve David Ricardo'nun teorilerini tartıştığı Artı-Değer Teorileri 1862-63 arasında yazdığı el yazmalarından oluşmaktadır. Bu kitap, ölümünden sonra yayımlanmıştır. Bu iki çalışma da Kapital'in taslaklarını ve çeşitli bölümlerini içerir. 1867'de dev çalışması, kapitalist üretim sürecini analiz ettiği Kapital'in ilk cildi yayımlanır. İkinci ve üçüncü cildi üstünde çalışmalarını sürdürür ancak bu ciltler ölümünden sonra Engels tarafından yayımlanabilecektir.
Kapital'in dev bir araştırma ve analiz olması, Marx'ın sürdüğü sefalet bu eserin tamamının yayımlanmasını geciktirmiştir. Bunların dışında zamanının ve enerjisinin önemli bir kısmını Birinci Enternasyonal'e ayırması da yazma sürecinin ağır işlemesine sebep olmuştur. Kongrenin düzenlenmesinde aktif olarak görev alan Marx, kongrede Mikhail Bakunin önderliğindeki anarşist sol akım ile ciddi fikir ayrılıkları ve çatışmalar yaşamıştır. 1872'de gerçekleşen Lahey Kongresi'nde Bakunin'in Marx'ın fikirlerini "otoriter" olarak değerlendirmesiyle iki grup arasında büyük çekişmeler yaşanmış, sonunda Bakunin ve anti-otoriter çevreler kongreden ihraç edilmiştir. Paris Komünü sırasında yaşananlar, Lahey Kongresi'ndeki fikir ayrılıklarının da önemli bir bölümünün kaynağıdır. Bölünme Marx'ı da derinden etkilemiş ve Fransa'da İç Savaş makalesiyle Paris Komünü'nü savunmuştur.
Marx'ın sağlığı son on yılda gittikçe bozulmaya başlamıştır, bu yüzden önceki yıllarında gösterdiği üretkenliği sağlayamamıştır. 1875'te yayımlanan Gotha Programı'nın Eleştirisi devrim stratejisi, proletarya diktatörlüğü, kapitalizmden komünizme geçiş ve işçi sınıfı partisi konularını ele alır. Bu kitapta, "Herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinmesine göre" prensibinin komünist toplumunun sloganı olması gerektiğini beyan eder.
Aile hayatı
Karl Marx, bir Prusya baronunun eğitimli kızı Jenny von Westphalen ile evlendi. Marx ve Westphalen ailelerinin istememesi yüzünden bu beraberlik önceleri saklı kaldı, daha sonra çift 19 Haziran 1843 tarihinde evlendi.
Aile, 1850'li yıllarını yokluk içerisinde Londra'nın Soho semtinde bulunan üç odalı bir evde geçirdi. Marx ve Jenny'nin bu yıllarda dört tane çocuğu oldu, daha sonra Jenny üç çocuk daha doğurmuştur, fakat yedi çocuktan sadece üç tanesi hayatta kalarak ergenliğe erişebildi (Bu 3 çocuktan 2'si ise olgunluk yaşlarında intihar etmiştir). Manchester'da aile işini yürütmekte olan Engels, bu yıllarda Marx'ın en büyük maddi destekçi oldu. New York Daily Tribune'de muhabir olarak çalışan Marx, buradan da bir miktar para alıyordu. Aile, Jenny'e 1856 yılında kalan miras sayesinde gene Londra civarında görece sağlıklı bir yere taşındı. Marx hemen hemen bütün hayatını kıt kanaat geçirdi, yokluk peşini hiçbir zaman tam olarak bırakmadı.
Marx'ın çocuklarının isimleri şunlardır: Jenny Caroline (Longuet; 1844–1883); Jenny Laura (Lafargue; 1846–1911); Edgar (1847–1855); Henry Edward Guy ("Guido"; 1849–1850); Jenny Eveline Frances ("Franziska"; 1851–1852); Jenny Julia Eleanor (1855–1898) ve Temmuz 1857'de henüz ismi konulmadan hayatını kaybeden bir bebek.
Ölümü
Aralık 1881'de karısı Jenny'nin ölümünden hemen sonra Marx'ın da sağlığı bozuldu, son on beş ayını katar hastalığıyla geçirdi. Bu hastalık bronşit ve plöreziye yol açmış, Karl Marx 14 Mart 1883 tarihinde hayatını kaybetmiştir. Öldüğünde uyruksuzdu[10]. Londra'daki mezartaşının üst bölümünde Komünist Manifesto'nun son cümlesi büyük harflerle yazılıdır:
“ Bütün ülkelerin işçileri, birleşin! ”
Alt bölümünde ise Feuerbach Üzerine Tezler'in 11. bölümünün sonu yer alır:
“ Filozoflar dünyayı, yalnızca, çeşitli şekillerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir. ”
Mezartaşı Büyük Britanya Komünist Partisi tarafından, özgün haline de saygı gösterilerek alçak gönüllü bir mimariyle, 1954 yılında bir anıt haline getirilmiştir[11]. 1970'de el yapımı bir bombayla bu anıtı yok etmek amacıyla başarısız bir girişim olmuştur.[12]
Cenazesinde Wilhelm Liebknecht ve Friedrich Engels gibi Marx'ın yakın arkadaşları konuşma yapmıştır. Engels'in konuşması şu cümleleri içerir[13]:
“ 14 Mart günü, öğleden sonra üçe çeyrek kala, yaşayan düşünürlerin en büyüğü artık düşünmez oldu. Sadece iki dakika yalnız bıraktıktan sonra, odaya girince, onu koltuğunda rahat rahat, ama sonsuzluğa dek, uyumuş bulduk. ”
Engels ve Liebknecht dışında Charles Longuet ve Paul Lafargue de cenazeye katılmıştı. Liebknecht Almanca, Longuet Fransızca birer konuşma yaptı, Fransa ve İspanya'daki işçi partilerinden gelen iki telgraf okundu. Engels'in konuşmasıyla, toplam onbir kişi bulunan cenaze töreni tamamlandı.
Marx'ın kızı Eleanor da babası gibi komünist oldu ve onun çalışmalarının düzenlemesini yaptı.
Marx'ın görüşleri
Marksizm, standard felsefi süreçten farklı olarak düşünüşün dışında eylemi de içerir (Marx, praksis ve felsefeyi birleştirerek, Marksizm'i "praksis felsefe" vasfına bürümüştür, buna göre Marksist felsefe düşünüş ve faaliyeti birlikte gerçekleştirir). Ölümünden sonra Lenin, Mao, Stalin ve Troçki gibi liderler Marksizmi çeşitli şekilde yorumlamışlar ve bu yorumların sonucu ortaya koydukları hareketler Leninizm, Maoizm gibi isimlerle adlandırılmıştır.
Marx'ın felsefesi
Marx'ın felsefesinin dayanak noktası insanın doğası ve toplum içindeki yeridir. Hegelci diyalektiğin yardımıyla insan doğasının değişmezliği kavramını reddeder. Burada kastedilen insan doğası, fizyolojik ihtiyaçlar değil insanın toplum içinde yarattığı hareket ve davranış biçimidir. Bunu da "tarihsel süreç" ve "doğa" kavramlarını bir arada ele alarak yapar. Sosyal koşulların davranışı belirlemesi, doğanın insanın davranışını belirlemesinden önce gelir. Ama bu insan doğasının varlığını reddetmez, yabancılaşma teorisi bunun üstüne kurulur. İnsan emeği kaçınılmaz olarak doğal bir kapasite gerektirir ama bu da insan bilincinin aktif rolüne sıkıca bağlıdır:
“ Örümcek, işini dokumacıya benzer şekilde gördüğü gibi, arı da peteğini yapmada pek çok mimarı utandırır. Ne var ki, en kötü mimarı en iyi arıdan ayıran şey, mimarın, yapısını gerçekte kurmadan önce, onu hayalinde kurabilmesidir. „
—Kapital, 1. Cilt, Üçüncü kısım, 7. bölüm, 1. Kesim [14]
Marx'ın tarih analizi, tarım toplumlarında toprak ve kürek, sanayi toplumunda madenler ve fabrikalar olarak sayılabilen yani bir malın üretimi için doğrudan gerekli üretici güçler ve bu üretim araçlarını kullanan insanların kurduğu sosyal ve teknolojik ilişkileri tanımlayan üretim ilişkileri arasındaki ayrıma dayanır. Bu ayrım ve bağ üretim biçimini oluşturur. Marx, Avrupa'da üretim biçiminin değişmesiyle birlikte feodalizmden kapitalist üretim biçimine geçildiğini söyler. Marx üretici güçlerin, üretim ilişkileriden daha önce geldiğini ve daha hızlı değiştiğini söyler. Felsefenin Sefaleti çalışmasında bu durum şöyle yer alır:[15]
“ Toplumsal ilişkiler, üretici güçlere sıkı sıkıya bağlıdırlar. Yeni üretici güçler sağlamak için insanlar kendi üretim biçimlerini değiştirirler; kendi üretim biçimlerini değiştirmek, yaşamlarını kazanma yollarını değiştirmek için de bütün toplumsal ilişkilerini değiştirirler. Yeldeğirmeni size feodal beyli toplumu verir; buharlı değirmen ise, sınai kapitalistli toplumu. ”
Marx toplumdaki sınıfların bu üretim biçimlerine bağlı olarak oluştuğunu söyler. Bir sınıfı oluşturan insanlar kendi istekleri yahut bilinçleriyle bir araya gelmiş değildir. Her sınıfın da kendi çıkarına farklı bir isteği vardır, bu da toplumda çatışmaya yol açar. İnsanlık tarihinin en kalıtımsal özelliği sosyal sınıfların çatışmasıdır:
“ Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir. ”
Marx insanların kendi emek gücü ve bunla olan ilişkisiyle de ilgilenmiştir; yabancılaşma sorunu özellikle Genç Marx'ın ilgilendiği bir alandır. Kapitalist sistemde insan kendi doğasına yabancılaşmasıyla, hem kendi emeğine hem üretim sürecine hem de sosyal ilişkilerine karşı yabancılaşır. Kapital'de yerini daha ayrıntılı biçimde tanımladığı meta fetişizmine bırakır.
Yanlış bilinç de Marksist terminoloji içinde önemli bir yere sahiptir. İdeoloji kavramıyla oldukça yakından bağlantılıdır ve onu olumsuzlar. Üretim araçlarına sahip sınıf, aynı zamanda kendi dünya görüşünü de alt sınıflara pompalar. Böylece proletarya kendi çıkarının nerede olduğunu göremez, düzeni değiştirme şansının olmadığını düşünür. Olayları devrimci bir düşünceden uzak olan din veya insan çerçevesinden görür. Marx, Hegel'in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı'da şöyle der;
“ Dinsel üzüntü, bir ölçüde gerçek üzüntünün dışavurumu ve bir başka ölçüde de gerçek üzüntüye karşı protesto oluyor. Din ezilen insanın içli ezgisini, kalpsiz bir dünyanın sıcaklığını, manevi olanın dışlandığı toplumsal koşulların maneviyatını oluşturuyor. Din, halkın afyonunu oluşturuyor.[16] ”
Tarih anlayışı
Marx, sosyoekonomik değişimlere belirli bir tarihsel zorunluluk perspektifinden bakardı; ona göre, kapitalizm, yapısal durumunun dinamiği ve çatışması sonucu yerini komünizme kesin olarak bırakacaktır:
« Modern sanayinin gelişmesi, burjuvazinin ayaklarının altından bizzat ürünleri ona dayanarak ürettiği ve mülk edindiği temeli çeker alır. Şu halde, burjuvazinin ürettiği, her şeyden önce, kendi mezar kazıcılarıdır. Kendisinin devrilmesi ve proletaryanın zaferi aynı ölçüde kaçınılmazdır. »
(Komünist Manifesto [3])
Marx, bu değişimin organize bir devrimci hareketle geleceğini düşünür; bu değişim, ancak uluslararası işçi sınıfının birleşik hareketiyle meydana gelecektir: "Bize göre komünizm, ne yaratılması gereken bir durum, ne de gerçeğin ona uydurulmak zorunda olacağı bir ülküdür. Biz, bugünkü duruma son verecek gerçek harekete komünizm diyoruz. Bu hareketin koşulları, şu anda varolan öncüllerden doğarlar." (- Alman İdeolojisi)
Marx yaşadığı dönemde dünya çapında ünlü bir isim sayılmasa da, ölümünden kısa bir süre sonra düşünceleri dünya işçi hareketine yön vermiştir. Marksist Bolşeviklerin Rusya'da Ekim Devrimi'ni gerçekleştirmesi bunun en büyük örneğidir. 20. yy'da dünyada Marksist düşünce hemen hemen bütün ülkelerde taraftar bulmuştur. Marksizm, akademik ve politik çevrelerde en çok tartışılmış konulardandır.
Yaşamı
Prusya Krallığı'na bağlı Trier kentinde yedi çocuklu Yahudi bir ailenin üçüncü çocuğu olarak Karl Heinrich Marx adıyla dünyaya geldi. Babası Heinrich (1777–1838) Aydınlanma düşünürleri Voltaire ve Rousseau'ya hayrandı. Prusya makamları, bir Yahudi'ye hukuk diploması vermeyeceği için Prusya'nın resmi inancı olan Lüterciliği seçti, Hıristiyan oldu. Annesinin ismi Henrietta (1788–1863), kardeşlerinin isimleri Sophie, Hermann, Henriette, Louise, Emilie ve Caroline'dir.
Eğitimi
Marx, on üç yaşına kadar evde eğitildi. Gymnasiumdan mezun olduktan sonra, 17 yaşında hukuk okumak için Bonn Üniversitesi'ne kaydoldu. Marx'ın edebiyat ve felsefe okuma isteği babasının gelecekte kendisine ekonomik anlamda bakamayacağı gerekçesiyle reddedildi. Sonraki sene babası tarafından daha saygın bir üniversite olan Berlin'deki Friedrich-Wilhelms Üniversitesi'ne yollandı. Bu dönemde Marx birçok şiir ve hayat hakkında deneme yazmıştır, bu yazılarda üniversitedeki Genç Hegelciler'in ateist düşüncesinin de etkisi görülür. 1841'de "Demokritosçu ve Epikürcü Doğa Felsefesi Arasındaki Farklar" isimli teziyle doktorasını verdi.
Marx ve Genç Hegelciler
Genç Hegelciler, Ludwig Feuerbach ve Bruno Bauer etrafında toplanmış hocaları Hegel'i eleştiren bir grup felsefeci ve gazeteciden oluşuyordu. Hegel'in metafizik çıkarımlarını eleştirmelerine karşın, teolojik boyutundan koparttıkları diyalektik metodu dini ve politikayı analiz etmekte kullanıyorlardı. Bu grubun bazı üyeleri post-Aristo felsefesi ve post-Hegelci felsefe arasında bir analoji çizer. Bunlardan biri Max Stirner, Feuerbach ve Bauer'i Biricik ve Mülkiyeti (1845, "Der Einzige und sein Eigenthum") isimli kitabıyla eleştirir, bu ateistlerin soyut kavramları somutlaştırarak dindar bir görünüm kazandığını söyler. Bir Feuerbach takipçisi olan Marx, bu kitaptan etkilenerek Feuerbach materyalizmini terk edip, daha sonra epistemolojik kopuş denilecek kırılmaya yaklaşmıştır. Bundan sonra Stirner ve Feuerbach'ı eleştirdiği ve tarihsel materyalizm kavramının temellerini attığı Alman İdeolojisini (1846 Die Deutsche Ideologie) yazar, ancak bu kitabı yayımlayamaz.[4]
1843 Ekim ayının son günlerinde Marx Paris'e gider. 28 Ağustos 1844 tarihinde Paris'in ünlü bir kafesinde (Café de la Régence'te) Friedrich Engels ile tanışır ve hayatının en önemli dostluklarından biri böylece başlamış olur. Engels'in Paris'e gelmesinin en önemli sebebi Marx'la tanışmaktır, daha önce bir sefer 1842 yılında Marx'ın çıkardığı Rheinische Zeitung gazetesinin ofisinde karşılaşmışlardır.[5] Engels Marx'a en önemli eserlerinden birini gösterir "1844 Yılında İngiltere'de İşçi Sınıfının Koşulları.[6]" Paris o dönemde İngiliz, Alman ve İtalyan devrimcilere ev sahipliği yapıyordu, aynı şekilde Marx da Arnold Ruge ile çalışmak için Paris'e gelmişti, ikili Şubat 1844'te bir defalığına Deutsch–Französische Jahrbücher gazetesini çıkarabildiler.[7]
Bu gazetenin başarısızlığından sonra Marx, Paris'teki en radikal Alman gazetesi Vorwärts'ta yazar, bu gazete Avrupa'daki en önemli radikal gazetelerdendir. Marx genellikle Hegel üzerine yazar, Yahudi Sorunu Üzerine isimli makalesi için çalışır. Fransız Devrimi ve Proudhon'u inceler[8], işçi sınıfı üzerinde düşünmeye başlar.
Bauer'e bir cevap niteliği taşıyan ve Genç Hegelciler'e olan mesafesini belirlediği Yahudi Sorunu Üzerine yayımlanır. Bu makale sivil haklar ve insan hakları ve politik özgürleşme kavramlarının eleştirisini içermekle birlikte, Yahudilik ve Hıristiyanlığa da sosyal özgürleşme hususunda önemli eleştiriler getirir. Engels, Marx'ın çalışma alanlarını işçi sınıfının durumu ve iktisat konularına yoğunlaştırmasında yönlendirici olur. 1844 Elyazmaları'nda bunun ilk örnekleri yer alır, ancak bu yazılar 1930'lara kadar yayımlanmadan kalır. Bu elyazmaları temel olarak kapitalizmde insan emeğinin, yabancılaşmasının olgusal analizini içerir.
Ocak 1845'te Vorwärts, Prusya Kralı Frederick William IV'e gerçekleştirilen suikast girişimine olan desteğini açıkça belirtince Marx ve arkadaşlarına Paris'i terk etmeleri emredilir. Engels'le birlikte Brüksel'e geçerler.
Marx bundan sonra kendini Alman İdeolojisi'nde temellerini attığı tarih çalışmasına ve tarihsel materyalizm görüşüne adar. Bu görüşün temel savı "İnsanların varlığını belirleyen onların bilinci değil, tersine onların bilincini belirleyen onların toplumsal varlığıdır." olarak özetlenebilir. Marx artık tarihi "üretim ilişkilerine bağlı olarak" ele almaya başlar ve mevcut endüstriyel kapitalizmin kaçınılmaz çöküşü üstünde çalışır. Bu dönem, daha sonra akademisyenlerin ayırdığı, Feuerbach etkisi görülen Genç Marx'tan kopuş dönemidir.
1847 yılında yazdığı Felsefenin Sefaleti, Pierre-Joseph Proudhon ve Fransız sosyalist düşüncesine bir eleştiri ve cevap niteliği taşır. 21 Şubat 1848 tarihinde, Komünist Birlik ve Avrupa'daki bazı komünist grupların manifestosu olarak Marx ve Engels'in en ünlü çalışması Komünist Manifesto yayımlanır.
1848 yılı Avrupa'da köklü devrimlerin başgösterdiği bir yıldır. Marx yakalanır ve Belçika'dan sınır dışı edilir. Radikal hareketlerin Fransa'da güçlenmesiyle Marx tekrar Paris'e davet edilir, geri dönerek devrimci hareketlere tanıklık eder.
1849 yılında tekrar Almanya'ya (Köln'e) geri döner ve Neue Rheinische Zeitung gazetesini çıkarmaya başlar. Bulunduğu sürede iki defa mahkemeye verilir, ikisinden de beraat eder. Gazeteye baskının artması sonucu Paris'e döner, buradan da yollanır ve en sonunda Londra'ya iltica eder.
Londra
Mayıs 1849'da ömrünün sonuna kadar kalacağı Londra'ya yerleşir. 1851'de New York Herald Tribune gazetesinde muhabir olarak çalışır. 1855'te oğlu Edgar veremden ölür.[9] Parasızlıktan ve kötü yaşam koşullarından dolayı politik ekonomi üstündeki çalışması çok ağır ilerlemesine rağmen 1857'de sermaye, özel mülkiyet, ücretli emek ve devlet üstünde yazdığı 800 sayfalık çalışma vardır. 1858'de çalışmalarını topladığı Grundrisse ancak 1939 yılında yayımlanır. Yayımlanan ilk ciddi iktisadı çalışması 1859 yılında yayımlanan Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı kitabıdır. Adam Smith ve David Ricardo'nun teorilerini tartıştığı Artı-Değer Teorileri 1862-63 arasında yazdığı el yazmalarından oluşmaktadır. Bu kitap, ölümünden sonra yayımlanmıştır. Bu iki çalışma da Kapital'in taslaklarını ve çeşitli bölümlerini içerir. 1867'de dev çalışması, kapitalist üretim sürecini analiz ettiği Kapital'in ilk cildi yayımlanır. İkinci ve üçüncü cildi üstünde çalışmalarını sürdürür ancak bu ciltler ölümünden sonra Engels tarafından yayımlanabilecektir.
Kapital'in dev bir araştırma ve analiz olması, Marx'ın sürdüğü sefalet bu eserin tamamının yayımlanmasını geciktirmiştir. Bunların dışında zamanının ve enerjisinin önemli bir kısmını Birinci Enternasyonal'e ayırması da yazma sürecinin ağır işlemesine sebep olmuştur. Kongrenin düzenlenmesinde aktif olarak görev alan Marx, kongrede Mikhail Bakunin önderliğindeki anarşist sol akım ile ciddi fikir ayrılıkları ve çatışmalar yaşamıştır. 1872'de gerçekleşen Lahey Kongresi'nde Bakunin'in Marx'ın fikirlerini "otoriter" olarak değerlendirmesiyle iki grup arasında büyük çekişmeler yaşanmış, sonunda Bakunin ve anti-otoriter çevreler kongreden ihraç edilmiştir. Paris Komünü sırasında yaşananlar, Lahey Kongresi'ndeki fikir ayrılıklarının da önemli bir bölümünün kaynağıdır. Bölünme Marx'ı da derinden etkilemiş ve Fransa'da İç Savaş makalesiyle Paris Komünü'nü savunmuştur.
Marx'ın sağlığı son on yılda gittikçe bozulmaya başlamıştır, bu yüzden önceki yıllarında gösterdiği üretkenliği sağlayamamıştır. 1875'te yayımlanan Gotha Programı'nın Eleştirisi devrim stratejisi, proletarya diktatörlüğü, kapitalizmden komünizme geçiş ve işçi sınıfı partisi konularını ele alır. Bu kitapta, "Herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinmesine göre" prensibinin komünist toplumunun sloganı olması gerektiğini beyan eder.
Aile hayatı
Karl Marx, bir Prusya baronunun eğitimli kızı Jenny von Westphalen ile evlendi. Marx ve Westphalen ailelerinin istememesi yüzünden bu beraberlik önceleri saklı kaldı, daha sonra çift 19 Haziran 1843 tarihinde evlendi.
Aile, 1850'li yıllarını yokluk içerisinde Londra'nın Soho semtinde bulunan üç odalı bir evde geçirdi. Marx ve Jenny'nin bu yıllarda dört tane çocuğu oldu, daha sonra Jenny üç çocuk daha doğurmuştur, fakat yedi çocuktan sadece üç tanesi hayatta kalarak ergenliğe erişebildi (Bu 3 çocuktan 2'si ise olgunluk yaşlarında intihar etmiştir). Manchester'da aile işini yürütmekte olan Engels, bu yıllarda Marx'ın en büyük maddi destekçi oldu. New York Daily Tribune'de muhabir olarak çalışan Marx, buradan da bir miktar para alıyordu. Aile, Jenny'e 1856 yılında kalan miras sayesinde gene Londra civarında görece sağlıklı bir yere taşındı. Marx hemen hemen bütün hayatını kıt kanaat geçirdi, yokluk peşini hiçbir zaman tam olarak bırakmadı.
Marx'ın çocuklarının isimleri şunlardır: Jenny Caroline (Longuet; 1844–1883); Jenny Laura (Lafargue; 1846–1911); Edgar (1847–1855); Henry Edward Guy ("Guido"; 1849–1850); Jenny Eveline Frances ("Franziska"; 1851–1852); Jenny Julia Eleanor (1855–1898) ve Temmuz 1857'de henüz ismi konulmadan hayatını kaybeden bir bebek.
Ölümü
Aralık 1881'de karısı Jenny'nin ölümünden hemen sonra Marx'ın da sağlığı bozuldu, son on beş ayını katar hastalığıyla geçirdi. Bu hastalık bronşit ve plöreziye yol açmış, Karl Marx 14 Mart 1883 tarihinde hayatını kaybetmiştir. Öldüğünde uyruksuzdu[10]. Londra'daki mezartaşının üst bölümünde Komünist Manifesto'nun son cümlesi büyük harflerle yazılıdır:
“ Bütün ülkelerin işçileri, birleşin! ”
Alt bölümünde ise Feuerbach Üzerine Tezler'in 11. bölümünün sonu yer alır:
“ Filozoflar dünyayı, yalnızca, çeşitli şekillerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir. ”
Mezartaşı Büyük Britanya Komünist Partisi tarafından, özgün haline de saygı gösterilerek alçak gönüllü bir mimariyle, 1954 yılında bir anıt haline getirilmiştir[11]. 1970'de el yapımı bir bombayla bu anıtı yok etmek amacıyla başarısız bir girişim olmuştur.[12]
Cenazesinde Wilhelm Liebknecht ve Friedrich Engels gibi Marx'ın yakın arkadaşları konuşma yapmıştır. Engels'in konuşması şu cümleleri içerir[13]:
“ 14 Mart günü, öğleden sonra üçe çeyrek kala, yaşayan düşünürlerin en büyüğü artık düşünmez oldu. Sadece iki dakika yalnız bıraktıktan sonra, odaya girince, onu koltuğunda rahat rahat, ama sonsuzluğa dek, uyumuş bulduk. ”
Engels ve Liebknecht dışında Charles Longuet ve Paul Lafargue de cenazeye katılmıştı. Liebknecht Almanca, Longuet Fransızca birer konuşma yaptı, Fransa ve İspanya'daki işçi partilerinden gelen iki telgraf okundu. Engels'in konuşmasıyla, toplam onbir kişi bulunan cenaze töreni tamamlandı.
Marx'ın kızı Eleanor da babası gibi komünist oldu ve onun çalışmalarının düzenlemesini yaptı.
Marx'ın görüşleri
Marksizm, standard felsefi süreçten farklı olarak düşünüşün dışında eylemi de içerir (Marx, praksis ve felsefeyi birleştirerek, Marksizm'i "praksis felsefe" vasfına bürümüştür, buna göre Marksist felsefe düşünüş ve faaliyeti birlikte gerçekleştirir). Ölümünden sonra Lenin, Mao, Stalin ve Troçki gibi liderler Marksizmi çeşitli şekilde yorumlamışlar ve bu yorumların sonucu ortaya koydukları hareketler Leninizm, Maoizm gibi isimlerle adlandırılmıştır.
Marx'ın felsefesi
Marx'ın felsefesinin dayanak noktası insanın doğası ve toplum içindeki yeridir. Hegelci diyalektiğin yardımıyla insan doğasının değişmezliği kavramını reddeder. Burada kastedilen insan doğası, fizyolojik ihtiyaçlar değil insanın toplum içinde yarattığı hareket ve davranış biçimidir. Bunu da "tarihsel süreç" ve "doğa" kavramlarını bir arada ele alarak yapar. Sosyal koşulların davranışı belirlemesi, doğanın insanın davranışını belirlemesinden önce gelir. Ama bu insan doğasının varlığını reddetmez, yabancılaşma teorisi bunun üstüne kurulur. İnsan emeği kaçınılmaz olarak doğal bir kapasite gerektirir ama bu da insan bilincinin aktif rolüne sıkıca bağlıdır:
“ Örümcek, işini dokumacıya benzer şekilde gördüğü gibi, arı da peteğini yapmada pek çok mimarı utandırır. Ne var ki, en kötü mimarı en iyi arıdan ayıran şey, mimarın, yapısını gerçekte kurmadan önce, onu hayalinde kurabilmesidir. „
—Kapital, 1. Cilt, Üçüncü kısım, 7. bölüm, 1. Kesim [14]
Marx'ın tarih analizi, tarım toplumlarında toprak ve kürek, sanayi toplumunda madenler ve fabrikalar olarak sayılabilen yani bir malın üretimi için doğrudan gerekli üretici güçler ve bu üretim araçlarını kullanan insanların kurduğu sosyal ve teknolojik ilişkileri tanımlayan üretim ilişkileri arasındaki ayrıma dayanır. Bu ayrım ve bağ üretim biçimini oluşturur. Marx, Avrupa'da üretim biçiminin değişmesiyle birlikte feodalizmden kapitalist üretim biçimine geçildiğini söyler. Marx üretici güçlerin, üretim ilişkileriden daha önce geldiğini ve daha hızlı değiştiğini söyler. Felsefenin Sefaleti çalışmasında bu durum şöyle yer alır:[15]
“ Toplumsal ilişkiler, üretici güçlere sıkı sıkıya bağlıdırlar. Yeni üretici güçler sağlamak için insanlar kendi üretim biçimlerini değiştirirler; kendi üretim biçimlerini değiştirmek, yaşamlarını kazanma yollarını değiştirmek için de bütün toplumsal ilişkilerini değiştirirler. Yeldeğirmeni size feodal beyli toplumu verir; buharlı değirmen ise, sınai kapitalistli toplumu. ”
Marx toplumdaki sınıfların bu üretim biçimlerine bağlı olarak oluştuğunu söyler. Bir sınıfı oluşturan insanlar kendi istekleri yahut bilinçleriyle bir araya gelmiş değildir. Her sınıfın da kendi çıkarına farklı bir isteği vardır, bu da toplumda çatışmaya yol açar. İnsanlık tarihinin en kalıtımsal özelliği sosyal sınıfların çatışmasıdır:
“ Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir. ”
Marx insanların kendi emek gücü ve bunla olan ilişkisiyle de ilgilenmiştir; yabancılaşma sorunu özellikle Genç Marx'ın ilgilendiği bir alandır. Kapitalist sistemde insan kendi doğasına yabancılaşmasıyla, hem kendi emeğine hem üretim sürecine hem de sosyal ilişkilerine karşı yabancılaşır. Kapital'de yerini daha ayrıntılı biçimde tanımladığı meta fetişizmine bırakır.
Yanlış bilinç de Marksist terminoloji içinde önemli bir yere sahiptir. İdeoloji kavramıyla oldukça yakından bağlantılıdır ve onu olumsuzlar. Üretim araçlarına sahip sınıf, aynı zamanda kendi dünya görüşünü de alt sınıflara pompalar. Böylece proletarya kendi çıkarının nerede olduğunu göremez, düzeni değiştirme şansının olmadığını düşünür. Olayları devrimci bir düşünceden uzak olan din veya insan çerçevesinden görür. Marx, Hegel'in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı'da şöyle der;
“ Dinsel üzüntü, bir ölçüde gerçek üzüntünün dışavurumu ve bir başka ölçüde de gerçek üzüntüye karşı protesto oluyor. Din ezilen insanın içli ezgisini, kalpsiz bir dünyanın sıcaklığını, manevi olanın dışlandığı toplumsal koşulların maneviyatını oluşturuyor. Din, halkın afyonunu oluşturuyor.[16] ”
Tarih anlayışı
Marx'ın tarihsel materyalizm kuramı toplumun her zaman temel olarak -üretim ilişkileri ve buna bağlı olarak ekonominin sistemin dinamiği olduğu- maddi koşullara göre belirlendiğini öne sürer. İnsanlar öncelikle "yaşamlarını sürdürmek gayesiyle içmek, yemek, barınmak ve giyinmek" gibi gereksinmeleri karşılamak için ilişkiye girer.[17] Marx ve Engels, Batı toplumlarının gelişmesini ve geleceğini, birbirini takip eden ilk dört döneme ayırır ve beşinci olarak gelecekte yaşanacağını varsaydıkları komünizm dönemini öngörür:
İlkel komünizm: Avcı ve toplayıcı dönemde, paylaşılan mülkiyete ve ilkel demokrasiye dayanan kooperatif aşiretler, kabileler.
Kölelik: Toplumun kabileden şehir devlete geçtiği, köleliğin, özel mülkiyetin ve aristokrasinin doğduğu, tarımın yaygın olduğu dönem.
Feodalizm: Kralın da dahil olduğu aristokrasinin yönetici sınıf haline geldiği, dinin önemli bir yer tuttuğu üçüncü dönem.
Kapitalizm: Burjuva sınıfının yönetici, proletaryanın da ezilen sınıf olduğu, parlamenter demokrasinin yaygın politik sistem, piyasa ekonomisinin işlediği ve üretim araçlarına ağırlıkla özel mülkiyetin sahip olduğu dönem.
Komünizm: İşçilerin devrim yaparak kapitalistleri kovduğu ve devletsiz, sınıfsız, mülkiyetsiz bir toplumun yarattıkları beşinci dönem.
Politik Ekonomi
Marx'a göre, insanın kendi emeğine yabancılaşması (meta fetişizmine dönüşen süreç), kapitalizmin en belirgin niteliğinden biridir. Kapitalizmden önce, Avrupa'da var olan piyasalarda üreticiler ve tüccarlar mal alıp satardı. Kapitalist üretim tarzının gelişmesiyle birlikte emeğin kendisi bir mal (meta) halini almıştır. İnsan artık yaptığı ürünü değil, kendi emek gücünü belirli bir ücret karşılığında anlaşarak satmaktadır. Emek gücü, insanın zanaatçılığından farklılaşarak sistemin devamlılığını sağlayan, tamamıyla alınıp satılabilen bir araç haline gelmiştir. Emek gücünü satmak zorunda olanlara proletarya, bu emek gücünü satın alan, genellikle mülk ve üretim teknolojisine sahip gruba da burjuva denir. Proleterler, kapitalistlerden sayıca ve kaçınılmaz olarak fazladır.
Marx, endüstriyel kapitalistlerin tüccar kapitalistlerden ayrıldığını söyler. Tüccar bir piyasadan bir malı alır ve diğer bir piyasada, piyasadaki arz ve talep kanunlarına bağlı olarak, daha yüksek bir fiyattan satar. Böylece bir arbitraj oluşturur. Öte yandan kapitalistler, üretilen maldan bağımsız olarak emek piyasası ile piyasa arasındaki farklılıktan yararlanır. Marx, her başarılı endüstrinin birim maliyeti girdisi ile birim fiyatı çıkışı arasında fark bulunduğunu söyler. Bu farklılık artı değer olarak adlandırılır ve bu artı değer kaynağını işçinin ürettiği artı emekten alır, bu el konulan artı değer kapitalist kazancın esas bölümünü oluşturur.
Marx ve Engels, Komünist Manifesto'da burjuvanin tarihte daha önceden görülmemiş devrimci bir rol oynadığını söyler, ama bu kapitalist üretim sürecinin yaşayacağı krizleri bütünüyle engelleyebilecek güçte olduklarını göstermez. Teknolojinin sürekli gelişmesi, ekonominin büyümeye endeksli olması ve kârın arttırılması gerekliliği kapitalizmi periyodik krizlere mahkum eder. Bu büyüme, kriz ve tekrar büyüme süreci sonunda her defasında bir öncekinden daha ciddi bir krize yol açacaktır. Aynı zamanda bu süreçte kapitalist sürekli zenginleşmeye çalışacak, işçi de gittikçe güçsüzleşecektir, çünkü artı değeri oluşturan artı emektir. Sonunda proletarya üretim araçlarına el koyacak ve herkese eşit biçimde dağıtacaktır. Uzlaşmak ihtimali mümkün değildir, çünkü kapitalist sistemde bu uzlaşmanın sınıf farklılığını ortadan kaldırma şansı yoktur. Aksine kapitalistler önceki avantajlı durumunu devam ettirmek için şiddete başvuracaktır. Bu geçiş sürecinde iyi organize olmuş devrimci bir gücün ortaya çıkıp idareyi ele alması gerekir. Marx, Gotha Programı'nın Eleştirisi'nde şöyle yazar:
“ Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinden ötekine devrimci dönüşüm dönemi yer alır. Buna da bir siyasal geçiş dönemi tekabül eder ki, burada devlet, proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz.[18]"
Marx'ın Etkilendikleri
Karl Marx üzerinde etkili olanlar kısaca şöyle sıralanabilir:
Hegel diyalektik metodu ve tarih anlayışı, (Alman felsefesi).
Adam Smith ve David Ricardo politik ekonomisi, (İngiliz iktisadı).
Rousseau başta olmak üzere Fransız eşitlikçi ve sosyalist düşüncesi, (Fransız politikası).
Marx tarih ve toplumun bilimsel bir metodla birlikte ele alınması gerektiğine inanır. Marx'ın tarih anlayışı, tarihsel materyalizm olarak tanımlanır Engels ve Lenin de bunu diyalektik materyalizm olarak ele alır, Hegel'in "gerçeklik ve tarihin diyalektik biçimde ele alınması" gerektiği düşüncesinden oldukça etkilenmiştir. Fakat Hegel'in düşüncesi bu diyalektiğin temeline idealizmi oturttuğundan dolayı, Marx tarafından eleştirilmiştir, Engels Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı'da Marx'a atıfla şöyle yazar:
“ Tarihte bir iç gelişme, zincirleme bir iç bağlantı olduğunu tanıtlamayı deneyen ilk adam Hegel'dir, ve onun tarih felsefesindeki birçok şey, bugün bize ne kadar tuhaf gelirse gelsin, onu izleyenleri, hatta ondan sonra tarih üzerinde genel muhakemeler yürütmeye kalkışanları kendisiyle kıyasladığımızda, temel anlayışının yüce niteliği bugün de hayranlığa layıktır. Phénoménologie'sinde, Estetik'inde, Felsefe Tarihi'nde, her yere tarihin bu yüce anlayışı girer, ve her yerde konu, tarihsel tarzda, "soyut olarak baş aşağı edilmiş" olsa da, tarih ile belirli ilişkisi içinde incelenir.[19] ”
Popüler ifadeyle Marx, baş aşağı duran Hegel'i ayakları üstüne koyar. Marx'ın Hegel'in idealizmini reddetmesinde ve materyalist diyalektiği benimsemesinde Feuerbach da etkili olmuştur. Feuerbach ve arkadaşları, Tanrı'nın insan icadı olduğunu söyler ve diyalektik metodu teolojik boyutundan kopararak dini ve politikayı analiz etmekte kullanır. Marx da bu dünyanın insanlardan herhangi bir "gerçek" şeyi sakladığına katılmaz, aksine din ve idealizm tarihsel ve sosyal olarak insanların kendi gerçek konumlarını açıkça görmesini engeller. Genç Hegelciler'den koptuktan sonra Feuerbach'ı eleştirmiş olsa da, ondan bir ölçüde etkilenmiştir.
Marx, her ne kadar Rousseau'ya nadir göndermelerde bulunsa da, Rousseau özel mülkiyete ciddi biçimde ilk saldırıyı yapan ve eşitlikçi düşünceye katkıda bulunan önemli bir filozoftur ve bu konularda Marx'ın düşüncesini oluşturmasında etki sahibidir. Marx ütopik olarak nitelendirmesine rağmen Charles Fourier ve Saint-Simon gibi sosyalist düşünürlerin görüşlerinin önemini de reddetmez: "Ama bu sosyalist ve komünist yayınlar, eleştirel bir öğe de içerirler. Bunlar mevcut toplumun bütün ilkelerine saldırırlar. Bu yüzden işçi sınıfını aydınlatacak en değerli malzemelerle doludurlar." (Komünist Manifesto'dan)
Marx'ın Etkisi
Marx ve Engels'in çalışmaları, toplum ve tarihin kompleks analizini sunan birçok başlıktan oluşur. Karl Marx'ın görüşleri, özellikle ölümünden sonra, Marksizm genel başlığı altında incelenir ve tartışılır. Ama Marksistler arasında Marx'ın yazılarının nasıl yorumlanması ve varolan olaylara ve durumlara nasıl uyarlanması gerektiği konusunda çeşitli ciddi tartışmalar vardır. Hatta bu tartışmalar henüz Marx hayattayken ortaya çıkmıştır, Marx 1883 yılındaki ölümünden önce hem Paul Lafargue hem de Fransız işçi lideri Jules Guesde'yi "devrimci deyim tüccarı" olmakla suçlamıştır. Fransa partisi reformist ve devrimci olarak ikiye bölündükten sonra, devrimcinin lideri Jules Guesde Marx'tan emir almakla suçlanmış, Marx da Lafargue'ye "Eğer Marksizm buysa, ben Marksist değilim" demiştir. ("Ce qu'il y a de certain c'est que moi, je ne suis pas Marxiste", bu söz Engels'in Eduard Bernstein'e yolladığı 2-3 Kasım 1882 tarihli mektubunda geçer.)[20]
Genel olarak, Marksist sözü Marx'ın kavramsal dilini ("üretim biçimi", "sınıf savaşı", "meta fetişizmi" gibi) kapitalist ve diğer toplumları anlamak için kullanan ya da işçi devriminin komünist topluma geçişi sağlayan tek araç olduğuna inanan kişiler için sarfedilir. Marx'ın kuramının genelini ya da bir kısmını kabul edip bütün akıl yürütmelerini kabul etmeyen kişilerin nasıl adlandırılacağı da tartışma konusudur.
Marx'ın ölümünden 6 yıl sonra ilk kongresi yapılan İkinci Enternasyonal, politik hareket için önemli bir merkez oluşturdu. Büyük işçi partilerinin, özellikle Marksist Almanya Sosyal Demokrat Partisi, katılımıyla Birinci Enternasyonal'den daha başarılı oldu. Bazı üyelerin Eduard Bernstein'in ortaya attığı evrimsel sosyalizm teorisine ilgi duymaya başlaması ve patlak veren I. Dünya Savaşı 1914'te bu Enternasyonalin sona ermesine yol açtı.
Vladimir Lenin önderliğinde Marksist Bolşevikler'in Ekim Devrimi ile Rusya'da iktidarı ele alması dünya çapında büyük bir yankı yarattı. Moskova'da Mart 1919'da kurulan "Üçüncü Enternasyonalin amacı tüm dünyada Komünist partilerin kurularak uluslararası proleter devrimine yahut dünya devrimine yardım etmeleriydi.
Marx, komünist devrimin Fransa, Almanya ve İngiltere gibi ileri derecede sanayileşmiş ülkelerden başlayacağını düşünüyordu. Lenin ise emperyalizm çağında "eşitsiz ekonomik ve siyasal gelişme yasasına" bağlı olarak, Rusya'nın eski bir tarım ülkesi olmasına rağmen aynı zamanda emperyalizmle ilişkili olarak endüstriyel sıkıntıları yaşayan bir ülkede zincirin en zayıf halkasından kopacağını, böylece "geri kalmış" diye tabir edilen bir ülkede devrimin gerçekleşmesinin olanaklı olduğunu, bu toplumun yaktığı devrim ateşinin Avrupa'nın endüstriyel toplumlarına da sıçrayacağını söyledi[21]
Marx ve Engels, Komünist Manifesto'nun 1882 tarihli Rusça baskısına yazdıkları önsöz bu konuda ışık tutucudur:
“ Şimdi sorun şudur: Büyük çapta zayıflamış olsa bile, gene de, ilkel bir ortak toprak sahipliği biçimi olan Rus obşina'sı, doğrudan doğruya komünist ortak mülkiyetin üst biçimine geçebilir mi? Ya da tersine, ilkönce Batının tarihsel evrimini oluşturan aynı çözülme sürecinden mi geçmelidir?
Buna bugün verilebilecek tek yanıt şudur: Eğer Rus Devrimi, Batıdaki bir proleter devriminin habercisi olur, ve bunlar, böylelikle, birbirlerini tamamlarlarsa, Rusya'daki mevcut ortak toprak sahipliği, komünist bir gelişmenin başlangıç noktası olabilir.”
Marx'ın sözleri Lenin için bir başlama noktasını oluşturdu, Troçki ve Eski Bolşevikler ile birlikte yürüttüğü Rus devriminin "Batıdaki bir proleter devriminin habercisi" olması gerektiği düşüncesi Komintern'in de amacıydı (dünya devrimi). Bu bağlamda Komintern'in ilk kongredeki resmi dilinin Almanca olması ve Lenin'in devrim sırasında yoğun olarak Alman ajanlığıyla suçlanması tesadüf değildir.[22] Daha sonra Batı'da devrim hareketlerinin başarısızlığa uğraması ve diğer devletlerin Sovyetler'e cephe almasından sonra Stalin'in öne sürdüğü "tek ülkede sosyalizm" Sovyetler Birliği'nde hakim görüş haline geldi. Stalin yönetimine muhalefetini sürdüren Leon Troçki ve yandaşları Dördüncü Enternasyonal'i 1938 yılında örgütledi.
Çin'de Mao Zedung Marx'a bağlıluğını dile getirmekle beraber komünist devrimde öncü rolü sadece işçilerin değil köylülerin de oynayabileceğini söyledi. Henüz köylü toplumlarda işçi sınıfı tam oluşmadığı için feodalizme karşı gelen köylüler de komünist bir düzenden yana tavır koyabilirdi. Marx'ın temel görüşlerinden farklı olsa da Marksist-Leninist çizgiye daha yakın olan bu düşüncelerini Zedung, Yeni Demokratik Devrim teorisiyle dile getirmiştir. Mahir Çayan bu konuda şöyle der: "Mao'nun bu katkısının özlerini ve temel unsurlarını Lenin'de de görmekteyiz. Fakat Marksizm-Leninizmin bu son derece önemli iki ilkesi (milli demokratik devrim ve proleter kültür devrimi), en mükemmel şekillerini Mao'nun siyasi pratiği içinde almışlardır."[23]
1923 yılında Almanya'da Marksistlerin kurduğu Toplumsal Araştırma Enstitüsü de Marksist disiplininin eleştirisinde önemli bir rol oynamıştır ve bu enstitünün bir düşünce akımı olarak ifade edilmesine Frankfurt Okulu denmiştir. Theodor Adorno, Max Horkheimer, Walter Benjamin, Herbert Marcuse, Jürgen Habermas önde gelen temsilcileri arasında yer alır ve bu okulun genel yaklaşım biçimi eleştirel teori olarak adlandırılır. Bu okul Ortodoks Marksizme karşı çıkmış ve sınıf bilinci ve ekonomik belirlenimcilik konularında çarpıcı eleştiriler getirmiştir. Bazı Marksistler de bu okulu Marksizmi pratiğinden soyutlayıp sadece bir akademik disiplin alanına çekmekle suçlamışlardır. Frankfurt Okulu'yla birlikte olmamakla beraber aynı dönemde yaşayan Antonio Gramsci Marksizm'e önemli açılımlar kazandırmıştır.
Eleştiriler
Karl Marx ve Marksizm konusundaki eleştiriler çoğunlukla Sovyetler Birliği pratiği üzerinde yoğunlaşır. Marx'ın kapitalizm ve ekonomik analizi için yapılan eleştiri oranı komünizm ve Sovyetler Birliği konusunda yapılan eleştiri oranının oldukça altındadır. Marx'ın ortaya koyduğu artı değer, değişim değeri ve sermaye tanımları iktisatta doğru kabul edilir.
Kapitalizm savunucularının birçoğu refahın üretimi ve dağıtımının sosyalizm ya da komünizmden daha etkili ve adil olduğunu savunur. Marx ve Engels'in belirttiği zengin ve fakir arasındaki uçurumun sadece vahşi kapitalizm dönemine ait geçiçi bir sorun olduğu belirtirken, insan doğasının kişisel çıkara ve sermaye biriktirmesine daha yakın olduğunu kapitalizm dışında bir ekonomik sistemin bu duruma uygun olmadığını söyler. Avusturya Okulu iktisatçıları da Marx'ın emek değer kuramını eleştirir. [24]Ayrıca Sovyetler Birliği'nin çöküşü, Berlin Duvarı'nın yıkılışı Marksizmin popülaritesini ve dünya çapındaki marksist görüşlerin etkisini azaltmıştır.
Friedrich Hayek Serfliğe Giden Yol kitabında sosyalist bir ekonomide iletişim problemlerinin oluşacağını, Leninist dönemde de bunların olduğunu ve bu problemlerin üretim sürecinde bir tıkanmaya yol açacağını söyler. Hayek'in takipçileri de Leninist dönemde veya Britanya'da 1939'dan 1951'e kadar olan savaş demokrasisi döneminde oluşan kıtlıklara dikkat çeker ve bunun adaletsizlik yarattığını ekler.
Bazı eleştiriler de tarihsel materyalizm kavramı konusunda toplanır. Yazılı tarihteki olayların ve sınıfların üretim biçimlerinden kaynaklandığını söyleyen bu görüşü eleştirenler "Üretim biçimi nereden gelir?" biçiminde bir soru yöneltir. Murray Rothbard şöyle der "Marx hiçbir zaman bu soruya bir yanıt vermeye çalışmamıştır, aslında veremezdi de çünkü teknolojik değişimleri ya da teknoloji devletini bir insana, bireye atfederse bütün sistemi çöker. Böyle bir durumda insanlık bilinci ya da birey bilinci üretim biçimini belirleyen faktör olur ve başka bir yol da mümkün değildir." [25] Ancak Marx Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı da şöyle der:"Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder." [26] Marx burada bu üretim biçimlerinin insanın "kendi iradelerine bağlı olmayan" bir biçimde geliştiğini söyler ve bu gelişmenin sosyal doğasını açıklar.
Eserleri
1844 Elyazmaları (1844)
Kutsal Aile (1845)
Feuerbach Üzerine Tezler (1845)
Alman İdeolojisi (1845-1846)
Felsefenin Sefaleti (1847)
Komünist Manifesto (1847-1848)
Ücretli Emek ve Sermaye (1848-1849)
Fransa'da Sınıf Savaşımları (1850)
Louis Bonaparte'in 18 Brumaire'i (1852)
Grundrisse (1857-1858) (Marx'ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı ve daha sonra Kapital'i oluşturacak ön çalışmalarını ve taslak notlarını içeren defterlerinden oluşan bu eser ilk kez 1939 yılında yayımlanmıştır)
Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı (1859)
Artı-Değer Teorileri (1862-1863) (Yine Marx'ın el yazmalarından oluşan ve Kapital'in dördüncü cildi diyebileceğimiz bu eser 1905-1910 yıllarında Kautsky tarafından yayımlanmıştır)
Das Kapital I. cilt (1867) (ikinci cilt 1885'te ve üçüncü cilt 1894'de Marx'ın taslaklarına uygun olarak onun ölümünden sonra Engels tarafından düzenlenerek yayımlanmıştır)
Fransa'da İç Savaş (1871)
Gotha Programı'nın Eleştirisi (1875)
Dipnotlar
1 Karl Marx ve Friedrich Engels "Komünist Parti Manifestosu" (Marx/Engels eserleri, Bölüm 1;) [1]
2 Karl Marx: "Gotha Programının Eleştirisi " (Marx/Engels eserleri, Bölüm 4;) [2]
3 Marx, K. & Engels, F. (1848), [3]
4 Louis Althusser bu kitabın Marx'ın kuramsal geişiminde bir kırılma noktası olduğuna işaret eder bkz: Genç Marx, Antonio Gramsci'nin de içinde bulunduğu ilk iki Marksist kuşak bu kitabı okuyamamıştır
5 Francis Wheen, Karl Marx: A Life, s. 75
6 Philip Mansel, Paris Between Empires, s. 390, New York: St. Martin, 2001
7 Mansel 2001, s.389
8 Mansel 2001, s.390.
9 McLellan, D. (1973) Karl Marx: His Life and Thought, Basingstoke: Macmillan, sayfa. 274.
10 McLellan, D. (1973) Karl Marx: His Life and Thought, Basingstoke: Macmillan,s. 451.
11 Francis Wheen Karl Marx: A Life, New York: Norton date=2002 basımı giriş bölümü
12 Camdennewjournal.co.uk Mezar haydutlarının girişimi.
13 Engels'in Marx'ın mezarı başındaki konuşmasının tamamı.
14 Kurtuluscephesi.com Kapital'in bu bölümü [4]
15 Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, s. l00., George Politzer, Felsefenin Temel İlkeleri [5]
16 Karl Marx. Hegel'in Hukuk Felsefesi'nin Eleştirisine Katkı. Giriş. (Çev. Kenan Somer). Karl Marx. Hegel'in Hukuk Felsefesi'nin Eleştirisi içinde. Ankara, 1997: Sol Yayınları. S. 191-209. Alıntı: S. 191-192.
17 Karl Marx, Alman İdeolojisi [6]
18 Karl Marx, Gotha Programı'nın Eleştirisi [7]
19 Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, 2. bölüm [8]
20 Letters of Friedrich Engels, Engels to Eduard Bernstein letter [9]
21 "Biz her zaman Marksizmin bu elementer gerçeğini açıkladık ve tekrar ettik, sosyalizmin zaferi gelişmiş ülkelerdeki işçilerin güçlerinin birleşmesine ihtiyaç duyar". Lenin, Sochineniya (Eserleri), 5th ed Vol XLIV s418, Şubat 1922. Stalin de Lenin'in ölümüne ve Sovyetler Birliği soyutlanana kadar aynı noktayı belirtti.
22 John Reed, Dünyayı Sarsan On Gün, Troçki'nin yaptığı savunma ve Max Shactman'ın yazısı [10]
23 Mahir Çayan'ın yazısı [11]
24 2nd basım. Trans. J. Kahane. New Haven: Yale University Press, 1951. sayfa. 111–222 http://en.wikipedia.org/wiki/Socialism:_An_Economic_and_Sociological_Analysis
25 Rothbard, Murray (1995). [http://en.wikipedia.org/wiki/An Austrian Perspective on the History of Economic Thought - Cilt İki: Classical Economics. Edward Elgar Publishing Ltd., pp. 373. ISBN 0-945466-48-X.
26 Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı [12]
Kaynak
http://tr.wikipedia.org/wiki/Karl_Marx
Devamını okuyun...>>
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)